SEVGİ ÖYKÜLERİ

Pazar, Aralık 10, 2006

Eski Eğlenceler ve Etkinlikler


Çocuklugumuzda yaşadığımız şehrin eğlenceleri şimdikilerden çok farklıydı. Televizyon yoktu. Radyo her evde bulunmazdı.

Yılbaşinda Milli Piyango çekilisini takip etmek için, radyosu olmayan akrabalar bize gelirdi.

Yılbaşinın Hıristiyanların özel günü olduğu için müslümanların kutlamaması tartışmalarının yapıldığı bu günlerde, bundan 50-60 yıl önce, daha tutucu insanların yılbaşinı kutladıklarını hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum.

Zira “yılbaşi” yeni bir yıla girmenin kutlanmasıydı. Noelle ilgisi yoktu. Bu nedenle herkes yılbaşinı coşkuyla kutlardı.

Biz genellikle akrabalarla bir araya gelirdik. Yemek konusunda paylaşim yapılır; her aile bir çesit yemek yapar, kuruyemiş, meyve alarak yılbaşinın kutlanacağı eve gelirlerdi. Yemek yenir, bazen tel helva (pişmaniye) yapılırdı.

Şeker çok az su ve limonla kaynatılır; akide şekerinin hammaddesine benzeyen ağdalı bir şeker elde edilirdi. Bu madde elde yumuşatılır; önceden yapılıp soğutulan yağda kavrulmuş un (miyane) , ekmek tahtası üzerine yayılır, halka şeklinde getirilen şeker kavrulmuş unun üzerine konurdu. Yuvarlak ekmek tahtasının etrafına dizilen üç dört kişi halka şeklindeki malzemeyi daire şeklinde elleri ile çevirerek büyütürlerdi. Halka çok büyüyünce katlanarak tekrar küçültülür, böylece tel helvasının iyice incelmesi sağlanırdı. Kıvamına gelince koparılır, parçalara ayrılarak tabaklara konur ve afiyetle yenirdi. İşin ilginç yanı tel helvasının üzerine lahana turşusu yenirdi.

Yılbaşinın ayrı bir özelligi de tombala idi. Kaybedenlere şarkı söylemek, horoz, kedi sesi taklidi yapmak cezaları verilirdi.

Saat 24 de milli piyango çekilisi radyodan dinlenir, amortiden başka ikramiye hiç kimseye çikmadigindan biraz buruk, insanlar evlerine dönerlerdi.

Milli Bayramları izlemek de çok önemliydi. 23 Nisan Çocuk Bayramı ve 19 Mayıs Gençlik Bayramını izlemek için tören alanına mutlaka gidilirdi. Annem akraba ve komşu kızlarının babalarından izin alır onları bayrama götürürdü. Biz çocuklar eğer okul ile törene katılmıyorsak biz de onlara takılırdık.

23 Nisan’da mutlaka gelinlik giydirilmiş bir kız çocugu olur, üstü açık araba ile protokolün önünden (resmi geçit) geçerdi. Biz kız çocuklari o gelinin yerinde olmayı çok isterdik. Hatta kıskanırdık.

İlkokul dördüncü sınıfta en yakın arkadaşlarım 23 Nisan bayramına katılmak üzere yavrukurt olmuşlardı. Giysileri hazırlanmış, trampetleri alınmıştı. Ben de yavru kurt olmak istiyordum. Fakat babam izin vermedi. Giysilerin mali yükünden mi yoksa yorulur hasta olurum diye mi izin vermedi bilmiyorum. Çok üzülmüs kimseye belli etmeden gizli gizli ağlamıştım.

İlkokulu bitirdiğim yıl 23 Nisan’da tören yerinde kürsüye çikarak konuşma yapmıştım. Ama yavrukurt olamamamın üzüntüsü hep içimde kaldı.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramına sadece ortaokul ve lise ögrencileri katılırdı. Çesitli spor ve folklor gösterileri, konuşmalar yapılır şiirler okunurdu. Eğer hava güneşli ise eve kıpkırmızı bir suratla dönerdik. Yüzümüze yanığa karşi yoğurt sürerdik.

Bazı yıllar hava yağmurdu olurdu. Bu sefer yağmurdan sırılsıklam evin yolunu tutardık.

Sinema bizim çocukluk ve gençliğimizin başlıca eğlencesi idi. Hemen hemen hiçbir filmi kaçırmazdık. Gündüz kadınlar matinesinde Türk filmleri izler, akşamları yabancı filmlere giderdik. Sinemanın balkonundaki localarda film izlemek bir ayrıcalıktı.

Büyük şehirlerden senede birkaç kere büyük sanatçılar konserler vermeye gelirdi. Halk evinde izlenen bu konserlere gitmekte ayrıcalıktı. Mesela lise yıllarımda Suna Kan’ı izlemiş ve ayakta dakikalarca alkışlamıştık.

Üniversitede iken ögrencilerin düzenledikleri geceler olurdu. Karadenizlilerin “hamsi gecesi” Gazianteplilerin “fıstık gecesi” gibi geceler yapılırdı. Mahalli sanatçılar ve Mahalli folklor gösterileri ilginç ve eğlenceli idi.

Cumhuriyet coşkusunun henüz yıpranmadığı çocukluk yıllarımda “Cumhuriyet Baloları” düzenlenirdi. Annem ve babam bu balolara giderlerdi. Yaz aylarında hemen hemen her hafta sonu pikniğe gidilirdi. O zaman adı piknik değildi. Kır veya seyir değildi. Piknik kelimesi sonradan moda oldu. Piknik yerleri; İstasyon Bahçesi, Fidanlık, Köşk, Çaykara, Abdurrahman Gazi, Boğaz, Ilıca, Hasankale idi.

Bir gün önceden köfte, börek, dolma, un helvası, haşlanmış yumurta, patates gibi yiyecekler hazırlanır, sepetlere konurdu. Şehrin vazgeçilmezi olan çay için semaver, kömür ve diğer çay malzemeleri temin edilirdi. Gidilecek yerlerin çogu şehrin civarında olduğundan sabah erkenden yaya yola çikilirdi. Serinde yürüyerek piknik yerine varılırdı.

Ilıca veya Hasankale’ye genelde trenle gidilirdi. Günübirlik değil de çadir kurarak uzun süre kalmak üzere gidildiğinde eşya götürüldüğü için, arazimizin olduğu köydeki ortakçımız kağnı arabası getirirdi. Eşyalarımızarabalardan birine yüklenir, diğerine de biz binerdik. Kağnı arabasının gıcırtısı ile yolculuk yapmak büyük bir keyifti.

Piknik yerine varılınca kilimler yayılır, biz de kilimlerin üzerine kendimizi atar, çok yol yürüdüğümüz için dinlenmeye çalisirdik.

Büyükler hemen semaveri yakarlar, bir taraftan da sofra hazırlanırdı. Yemek yenip çay içildikten sonra sıra eğlenmeye gelirdi. İstop (top oyunu), bal satarım, köşe kapmaca oynar, ip atlardık. Bu oyunlara büyükler de katılırdı. Yürüyüşler yapar, çiçekler toplar, başimızı çiçekten taçlarla süslerdik.

Akşamüzeri yine semaver yakılır, kalan yemekler de yanip eve dönülürdü. Yine yüzümüz pancar gibi kızarmış olurdu. Yüzümüzü yoğurtla sıvar, temiz havadan ve yorgunluktan çarpilmis olarak göz kapanmasına engel olamazdık.

Artık bu tip olaylar şekil değiştirdi. Yılbaşları lüks otellerin süslü salonlarında veya Hristiyanlara özenerek sokaklarda kutlanıyor.

Milli Bayramları izlemeye çok az insan gidiyor. Evde ayaklarını uzatıp televizyonda izlemek daha kolay geliyor.

Filmler ve tiyatrolar gençlere göre. Bizler pek bir şey anlamıyoruz. Hele “stand-up” dedikleri tek kişilik gösteriler var ki argo dolu.Herkes gülüyor. Biz onların niye güldüğünü anlamaya çalisiyoruz.

Piknik yerlerinde genellikle sandalyelere tüneyip hazır yiyecekler yeniyor.

Belki böylesi daha güzel ama; “Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer”

Ayten


Dedelerimizden kalan yüz yıllık evde ben on beş yaşima kadar yaşadım.

Zamanında tek ailenin yaşadığı ev, sonraları altı ailenin yaşadığı evlere bölünmüştü.
Odaların dışında çok büyük bir mutfak, hamam, ahır, kilerler, bahçe ve merekler vardı. Mereklere ahırdaki hayvanlar için kışlık yiyecek istif edilirmiş. Ben ahırı gördüm ama artık hayvan beslenmiyordu. Merekler de boş duruyordu.

Sonradan halamın oğluna ait bölümdeki ahır ve mereklerin yerine ev yapıldı.

Aytenler halamın oğlunun mereğin yerine yaptırdığı eve taşinmaları üzerine boşalan eve kiracı olmuşlardı. Ailenin reisi ve ilk karısı karadenizliydiler. Bir çok karadenizli gibi adam fırıncıydı. Beş çocugu ve ayrıca bir karısı daha vardı. Çocuklar ilk kadındandı. Küçük kadının çocugu yoktu.
Karadenizli fırıncı ilk kocasından ayrılmış olan ve Ankara’da yaşayan Ayten’i oralardan alıp getirmişti. Ayten güzel ve genç bir kadındı. Hangi şartlar onu buralara getirmişti kimse bilmiyordu.

Yazın bahçeye yayılan hasır ve onun üzerine konan minderlere konu komşu çöreklerin dedikodu yaparlardı. Biz çocuklar bahçede arkadaşlarımızla oynarken dedikoduları da dinlemekten geri kalmazdık.

Ayten şivesi düzgün Ankara’da büyümüş, diğer kadınlardan farklı biriydi. Kocasının zoru ile başina beyaz bir örtü örterdi.

Kuması kadınların muhabbetine hiç karışmaz daha doğrusu çok az konuşurdu. Bahçede yaktığı ocakta, beş çocugun çamasirini yıkar, iplere asar veya içeride yemek yapardı.

Büyük kuma mutsuzdu. Üzerine kuma gelmesini hazmedemediği belliydi. Kız, oğlan birçok çocuk doğurmuş ama kocasına yaranamamıştı. Maddi durumları da çok iyi değildi. İki odalı evde büyük kuma çocuklari ile odanın birinde yatardı. Diğer küçük oda Ayten ve kocasına aitti. Zaten Ayten sabah çok kalkar, kahvaltı saati geçtiğinden kendi başina kahvaltı yapardı. Hiç ev işi yapmaz, ya bahçede çene çalar ya da odasında yatıp roman okurdu.

Çocuklar yaramazlık yaptıkları zaman onlara bağırır, bazen de terliğini onlara fırlatırdı. Anneleri bu davranışa hiç sesini çikarmazdi.

Ailenin hiçbir sosyal hayatı yoktu. Kendileri bir yere gitmedikleri gibi pek gelen gidenleri de olmazdı.

Ayten ev işi yapmadığı gibi, örgü, nakış gibi el işleri de yapmazdı. Büyük kuma ev işlerini yetiştirmek için çirpinirken onun kılı bile kıpırdamazdı.

Ayten’in yaşamındaki gizemi kimse çözemedi. Bu yaşama neden katlandığını kimse anlayamadı. Neden bu yaşantıyı seçmişti.

Aile bizim mahalleden başka bir mahalleye taşindı. Bir daha da Ayten dahil hiçbirinden haber alamadık.

Yazgı


Şehre çok yakın bir köyde oturuyorlardı. Annesi, babası, kız kardeşi ve kendisi dört kişiydiler.

Köyde iki çocukla yetinmek olası değildi. Ama herhalde Allah daha fazlasını vermemişti.

Birkaç parça darlaları, inekleri, koyunları, tavukları ile kimseye muhtaç olmadan yaşiyorlardı.
Murat ortaokula şehre gidiyordu. Zira köyde ortaokul yoktu. kız kardeşi ilkokulu bitirince evde oturup kısmet beklemeye başladı.

Murat’ın ortaokulu bitirdiği yıl babası hastalandı. Kısa bir süre sonra da babası vefat etti. Aile sudan çikmis balığa döndü. Baba olmayınca arazi başkalarının elinde kaldı. Geçim sıkıntısı çekmeye başladılar.

Doğal olarak Murat liseye gidemedi. Şehirde bir mobilyacının yanında çalismaya başladı. Karınca kararınca aile bütcesine katkısı oluyordu.

Askerliğini yapıp dönünce bu şartlarda çalismakla ne kısalıp uzamayacağını anlamıştı. Zaten kız kardeşi de köyden birisi ile evlenmişti.

Murat annesini köyde bırakarak Ankara’ya gitti. Orada mobilya işi gelişmişti. Hatta yurtdışına mobilya ihraç edildiğini duymuştu.

Siteler’de mobilyacıları dolaşarak kendisine bir iş buldu. Eli bu işe yatkındı. Epey tecrübesi vardı mobilya işinde. Kısa zamanda kendisini kabul ettirdi. Kazancı fena değildi.

Köydeki mallarını satıp Ankara’da bir gece kondu aldı. Annesi de yanına yerleşti. Giderek “Allah yürü ya kulum” dedi. Çaliskan, dürüst, işine sahip bir insan olduğundan zaman içinde küçük bir dükkan oldu. Kendi ürettigi mobilyaları satmaya başladı.

Evlenmek için artık bir engel kalmamıştı. Kendi çevrelerinden bir kız bulup nişanladılar. Kızcağız annesi ile beraber oturuyordu. Başka kimseleri yoktu.

Murat’ın annesi büyük şehre geleli hep hastaydı. Buranın havası, suyu yaramamıştı. Bu yaştan sonra gurbet zor gelmişti. Sıla özlemi çekiyordu. Memleketteki kızının ve torunlarının özlemine dayanmak zordu.

Oğlu onu doktor doktor gezdirdi. Hastalığına çare bulamadılar. Hayatta istediği tek şey oğlunun mürüvvetini görmekti. Ama göremeden hakkın rahmetine kavuştu.

Taziye dönemi bitince sade bir nikah töreni ile Murat evlendi. Genç karısı annesinin acısının hafiflemesinde ona yardımcı oldu.

Murat, baba olacağı müjdesini alınca mutluluktan havalara uçtu. Yalnız yaşayan kayınvalidesini de yanlarına aldılar. Hem hamilelik döneminde kızına yardımcı olur hem de yalnızlıktan kurtulurdu.

Doğuma az kalmıştı. Murat’ın karısı çok kilo almıştı. Bütün vücudu şişiyordu. Doktor perhize soktu tuzu yasakladı. Yükselen tansiyonu için ilaç verdi.

Çok rahatsızlanınca genç kadın, bir gece hastaneye kaldırdılar. Aşirı tansiyon yüksekliğinden hem annenin hem de bebeğin hayatı tehlikede idi. Sezeryan ile bebeği aldılar. Çok sağlıklı bir bebekti. Maalesef anneyi kurtaramadılar.

Acı dayanılacak gibiydi. Tam mutluluğu yakalamışken Murat böyle bir felakete uğramıştı. İlk günler oğlunun varlığına sevinemedi bile.

Anneanne evlat acısını içine gömüp torununu büyütmeye başladı.

Bütün dünyası bu çocuk olmuştu. Damadının mutsuzluğuna da üzülüyordu. Ama elden gelen bir şey de yoktu. Emir büyük yerden gelmişti.

Bebek artık ele avuca geliyordu. Yürüyor yavaş yavaş konuşmaya çalisiyordu. Bir akşam kayınvalidesi Murat’a “seninle konuşmak istiyorum” dedi.

Kayınvalidesi; acılarının büyük olduğunu ama elden bir şey gelmediğini, çocugun annesiz büyümesini istemediğini ve kendisinin evlendirmek istediğini büyük bir olgunlukla söyledi.

Murat şaşirmıştı. Bir kayınvalide bu kadar özverili olabilir miydi? Murat evlenmek isteseydi tepki göstermesi gerekmez miydi? Murat bu yüce kadının ellerini öperek “sen benim öz annemsin” diyerek gözyaşlarına hakim olamadı.

Murat onun bulduğu bir kızla evlendi. Yeni gelin kayınvalidesine saygıda kusur etmedi. Üvey oğlunu sevgi ile kucakladı. Kendisinin de bir oğlu oldu.

Babaanne torunları arasında hiç ayrım yapmadı. İkisini de çok sevdi. Küllenmiş acılarını yüreklerinin bir köşesinde mutlu yaşadılar.

Beşik Kertme


“ Beşik Kertme “ sözcüğünü duyanlarınız olmuştur.

Yakın akraba, komşu, dost iki hanım hamile kaldıklarında birinin kızı, diğerinin oğlu olursa bunları büyüdüklerinde evlendirme kararı alınırdı. Bazen de 3-5 yaşindaki oğullarına yakınlarının birisinin çocugu eğer kız olursa yine “beşik kertme” yapılırdı.

İki kız kardeş aynı dönemde hamile kaldılar. O zamanın modasına uyup beşik kertme yaptılar. Rastlantı bu ya çocuklardan biri kız biri oğlan oldu. Çocuklar aynı ortamda güle oynaya büyüdüler. O zamanlar kız çocuklari okula gitmezdi. Osman okula gönderildi. Başarılı bir ögrenciydi. Askeri okula kabul edildi.Yad ellere okumaya gitti.

Sözlüsü onu hep heyecan ile bekledi. Nihayet Osman genç bir zabit (subay) olarak memleketine döndü. Onu sabırsızlıkla bekleyen iki aile hemen düğün hazırlıklarına başladılar. Osmanın bir durgunlugu vardı ama konuşmuyor, daha doğrusu konuşamıyordu.

Yemekler hazırlandı. Davullar, zurnalar tutuldu. Düğün alayı damadın evine vardı. Osman damda elinde bir elma ve bozuk paralar ile bekliyordu. Gelin eve girerken elmayı atıp mutlaka kızın başina isabet ettirmesi gerekirdi. Bozuk paraları da damdan aşağıya serper, çoluk çocuk bu paraları kapışırdı.

Osman elmayı özellikle gelinin başina rastlamayacak şekilde attı.

Düğün alayı eve doluşup herkes kendisine bir yer bulup oturduktan sonra; (sadece kadınlar) evin bir odasında bekleyen gelin ve damat salona girdiler. Gelin damadın koluna girmişti. Kendileri için hazırlanan koltuklara oturdular. Bu törene “koltuk” denirdi.

Geline takılar takıldıktan sonra damadın bir süre daha oturup sağdıcı ile beraber düğün salonundan ayrılması adetti.

Damat çok yakışıklıydı. Zabit elbisesinin içinde daha uzun boylu daha geniş omuzlu görünüyordu. Gelin ufak tefekti ve güzel sayılmazdı. Üstelik gözlerinde o devirde çok rastlanan trahom hastalığı vardı. Kan çanagi gibi olan gözlerini hep kırpıştırıp gözlerinden devamlı akan yaşi durmadan siliyordu.

Yaşlı ve dedikoducu kadınlar damadın annesini bir köşeye sıkıştırıp “gözün kör müydü? “ siteminde bulunmayı ihmal etmediler.

Kadınlar vur patlasın çal oynasın iyice kurtlarını döktüler. Doyasıya eğlendiler.

Nihayet düğün bitti. Herkes evinin yolunu tuttu. Sabah erkenden anne ve babasının karşisına üniformasini giymiş olarak çikan Osman; “benim iznim bitti” gitmem lazım diyerek acele ile onların elini öptü ve kapıyı hızla kapatıp kendini sokağa attı. Anne ve babasına ağızlarını açıp tek kelime söyleme fırsatı vermemişti.

Yapacak bir şey yoktu. Gelinlerini bağırlarına basıp, yaşamlarını devam ettirmekten başka ne yapabilirlerdi?

Dokuz ay sonra nur topu gibi bir kız dünyaya geldi. Bebek sarışın, tombul, pembe yanaklı çok güzel bir çocuktu. Evdekilerin neşe kaynağı olmuştu.

Babasız büyüyen çocugun okula gitmesini aile bireyleri hoşgörü ile desteklediler. Nazlı okuyup ögretmen oldu. Dik başlı, otoriter, inatçı bir insandı. Evlendi, peş peşe çocuklari oldu. Mutluydu. İş hayatı, çocuklar derken hayat akıp gidiyordu. Çok iyi bir eşi vardı. Sakin, sessiz, çok efendi bir insandı. Ama nedense yaşam bazı insanlar için acımasız oluyor. Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider misali genç yaştaki koca kısa bir hastalık döneminden sonra vefat etti. Nazlı çocuklari ile bir başina kaldı. Hayata direnmesini daha doğduğu gün ögrenmisti. Çocuklarina hem anne hem baba oldu. Onlara üniversite tahsili yaptırdı. Evlendirdi torun sahibi oldu.

Babasının yüzünü bir kere olsun görmemişti. Gözünün önüne getirebileceği bir baba hayali olmadı hiçbir zaman.

Bir günlük evli iken uzaklara giden zabitten bir daha haber alınamadı. Yemen çöllerinde, Kafkasya’da, Çanakkale’de kim bilir nerelerde kaldı?

Cuma, Kasım 10, 2006

10 Kasım


SENİ UNUTMAYACAĞIZ

Pazar, Mayıs 14, 2006

Anneler Günü


Tüm annelerin "Anneler Günü" kutlu olsun.

Cumartesi, Nisan 08, 2006

Anneannem

Anneannem benim için çok özel bir insandı. Yardımsever, gururlu, özverili ve duyarlı birisiydi. Öldüğünde ben 16 yaşındaydım. Çektiği çileler ve yalnızlığı belki de benim için onu özel yapmıştı. Kendisi genç kızlık yaşamı ile ilgili hiçbir anısını anlatmazdı. Sanki 14 yaş öncesini hiç yaşamamıştı. Harman ilçesine bağlı bir köyün cami hocasının kızıydı. Erzurum’da akrabası olan Polis Fehim Efendi’nin evine misafir olarak geliyor. Fehim Efendi’nin karısı yatalakmış, çocukları da yokmuş.

Kasvet yüklü bu eve bir güneş gibi doğan bu genç kızın; gayretli, çalışkan, her işin üstesinden gelen bir insan olduğunu gören Polis Fehim Efendi onu nikahı altına alıyor. Bir süre sonra da karısı ölüyor. İlk karısından çocuğu olmadığından, dayımın doğumu yaşlı adam için gerçek bir sürpriz oluyor. Ama evladına doyamadan O da ölüyor. Anneannem yirmili yaşlarda küçücük oğluyla bir başına kalıyor.

Şehirde köyde mal-mülk, hayvan arazi herşey çok. Aynı evde Fehim Efendi’nin delikanlı iki yeğeni de yaşıyor. Bu yeğenler, Fehim Efendi’nin genç yaşta ölen kızkardeşi Binnaz Hanım’ın çocuklarıdır. Babaları Kağızmanlı Binbaşı Süleyman Efendi’nin yeniden evlenmesi üzerine, üvey anne bu çocukları istememiş, babaları da çocuklarla yeterince ilgilenmediği için; dayıları Fehim Efendi çocukları kendi evine almak zorunda kalıyor.

Fehim Efendi ölünce akrabalar; dul kalan genç gelinle, yeğenlerin aynı evde kalmalarının uygun olmayacağını düşünerek, delikanlılardan birinin anneannemle evlenmesini istiyorlar. Dedem Şefik Efendi anneannemle nikahlanıyor. Bir süre sonra da annem dünyaya geliyor. (1915) Daha sonra kocası ve kayınbiraderi Birinci Dünya Savaşına katılınca anneannem dayım ve annemle yalnız kalıyor.

Kayınpederi Binbaşı Süleyman Efendi, yeni karısı ve ondan olan çocuklarıyla şehrin öbür ucundaki konağında yaşarken; anneannem ve çocuklarla hiç ilgilenmiyor. Rusların Erzurum’u işgal edeceğine hiç inanmayan Binbaşı Süleyman Efendi; “tabyalar bizim, korkacak bir şey yok“
deyip duruyor. Sonra ne düşünüyorsa anneanneme haber gönderiyor. “çocukları alıp gelsin, şehri terkedip, muhacir olacaklar, onları başka diyarlara göndereceğim“ diyor.

Anneannem çocuklarıyla beraber ortakçının (araziyi ekip bizen kişi) getirdiği kağnı arabasına binip Binbaşı Süleyman Efendi’nin konağına giderken, Rusların şehri işgal ettiğini görüyor. Korkusundan çocuklarla bir eve sığınmak istiyor. Rus askerleri kendisine zarar vermeyeceklerini, istediği yere gidebileceklerini söyleyince yoluna devam edip kayınpederinin evine varıyor. Şehri Rusların işgal etmeyeceğine kendisini inandıran Binbaşı Süleyman Efendi üzüntüsünden felç oluyor.

Anneannem çocuklarını alıp kendi evine dönüyor. Kayınpederi bir süre sonra ölüyor. Rus işgali altındaki şehirde sadece yaşlı erkekler, kadın ve çocuklar yaşıyorlar. Anneannem ve çocukları, komşularının dayanışması ile yaşamlarını sürdürüyorlar. Bitişik komşular duvarları delerek birbirlerine gidip gelebiliyorlar. Anneannem ineğinin sütünü komşulara verip, onlardan erzak alarak çocuklarının karnını doyuruyor.

Geceleri evde insan olduğu belli olmasın diye soba yakmayıp, idare lambasını sobanın içine koyarak onun loş ışığında, soğukta çocuklarıyla yaşamaya çalışıyorlar. Bitişiklerindeki kendilerine ait eve Ruslar aileleriyle birlikte yerleşiyorlar. Fakat kimseye kötülük yapmıyorlar.

Rusya’da Bolşevik İhtilali (1917) olunca, Rus askerleri bozguna uğruyorlar. Silahları ermenilere bırakıp, ülkelerine kaçıyorlar. Ermeniler; asırlardır aynı topraklarda kardeş gibi hoşgörü içinde yaşadıkları insanlara; bazı ülkelerin kışkırtmalarına kapılarak akla hayale gelmedik kötülükler yapıyorlar. Şehirde kalan yaşlı erkekleri camilere doldurup, camileri içindekilerle birlikte yakmak, hamile kadınları öldürmek gibi tarihe yüzkarası sayfalar olarak geçen eylemlerini gerçekleştiriyorlar.

Nihayet 12 Mart’da Erzurum’a Türk askeri giriyor. Açlıktan ve yorgunluktan perişan, üstübaşı parçalanmış askerlere kadınlar sandıklarından çıkardıkları giysileri giydirip, karınlarını doyuruyorlar. Hayatlarını, namuslarını, geleceklerini kurtaran bu insanlara minnet borçlarını böyle ödemeye çalışıyorlar. Ben o dönemde yaşayan insanları ve anneannemi gıpta ve minnetle anıyorum. Verdikleri mücadeleden dolayı.

Savaşta baltasını alarak tabyalara düşmanla çarpışmaya giden Nene Hatun’u tanıma şansım oldu. Nene Hatun’un “bir kadın kahraman” olduğu ancak onun iyice yaşlandığı dönemde ilgililerin aklına gelmişti. Bir 12 Mart günü anneannem beni ve annemi onun evine götürdü. Başına bağladığı bembeyaz örtülerin içinde iyice yaşlı ve gördüğü ilgiden şaşkındı.

Anneannem onu galiba biraz kıskanıyordu. Zira o cehennemi yaşayan bütün Erzurum’lu kadınlar birer “Nene Hatun” değiller miydi? Zoraki yapılan bir evlilik dedemi uçarı ve evle ilgisi olmayan bir insan yapmıştı. Bu ilgisizlik ise anneannemi yalnızlığa mahkum etmişti. Evimiz onlara çok uzaktı. Annem çoluk çocuk, kendine ait çevresi nedeniyle onunla pek ilgilenemedi. Dayım okumaktan başka çare olmadığını kavradığından liseyi bitirip Ankara’ya Hukuk Fakültesi’ne gidiyor. Gidiş o gidiş. Bir daha da tatiller hariç eve dönmüyor. Anneannem onun özlemiyle hep yanıp tutuştu. Ona hasret öldü. “Tez gel ağam tez gel dayanamiram, Uyku gaflet basmış uyanamiram”. Onun gramofondan dinleyip ağladığı bu türküden aklımda kalanlar.

Anneannem bize seyrek gelirdi. Kedisi tavuklarını bahane eder evine dönmek isterdi. Bence asıl sebep bizlere zahmet vermek istememesiydi. Geldiğinde gitmemesi için yalvarır; 1-2 gün bırakmazdık. Hep eli dolu gelirdi. Çıkınında pestil, sucuk, ceviz, badem, kete olurdu.

Akşamları yemekten sonra dizine yatar, bize masal anlatmasını isterdik. Padişahlı, krallı, devli, perili masallarını tekrar tekrar zevkle dinlerdik. Savaşta yaşadıklarını bize anlatmak istemezdi. Ya o günleri anımsamak istemediğinden ya da bizi üzmemek için.

Gözkapaklarımıza oturan uykuya daha fazla dayanamaz; perilerin kanatlarında padişahın sarayına doğru uçardık. Benim hatırladığım dönemde dedem köye, arazinin başına da gitmezdi. Anneannem, ekin ekme ve hasat zamanı köye gider; bir erkeğin yapması gereken işleri yapardı. Bu iş, iyice yaşlanıncaya kadar sürdü. Köye ekin ektirmeye son gittiğinde bir kalp krizi sonucu vefat etti.

Anneannem insanlara hiç yük olmadı. Herkesin yardımına koştu. Ölünceye kadar evinin bütün işini kendisi yaptı. Çektiği çileler ve yalnızlığıyla ağaçlar gibi ayakta öldü. Ruhu şadolsun.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

Eski Bayramlar

Bayram temizliği, çamaşır, yemek, hamam faslından önce bayramlık giysi telaşı başlardı. Hazır giysi olmadığından, kumaş almak, diktirmek zaman alırdı. Kız çocuklarına basma, keten, bazen de taftadan elbise dikilirdi. Kumaş seçimi birazda ailenin ekonomik durumu ile bağlantılıydı. Terziye elbise diktirme gücü olmayanlara anneleri birşeyler dikmeye çalışırlardı. Yeterki çocukları yeni bir giysi giysin; diğer çocukların yanında boynu bükük kalmasın. Elbise yanında mutlaka yeni ayakkabı ve çorap da alınırdı. Bizim için bayram; yeni giysimizi giymek bir de bayram harçlığıydı.

Arefe günü banyo yapıp yatar, sabahı zor ederdik. Arefe günü yapılan banyonun insanlar sağlık ve mutluluk getirdiğine inanılırdı.

Babalarımız bayram namazına gidince, annelerimiz mutfağa dolar, biz de amcamın kızı Leyla ile kapımızın önünü süpürmeye çıkardık. Önce çeşmeden su taşır, toprak olan kapımızın önüne sular, sonra da süpürürdük. Saçlarımız tozlanmasın diye başımıza örtü örterdik.

Bayram namazı sonrası herkes yemeğe otururdu. Biz yemek yemez, acele giyinir; şehrin öbür ucunda oturan anneannemle, dedemi bekletmemek için aile arasında bayramlaşarak yola düşerdik. Faytondan başka araç yoktu. O saatte fayton bulmak zor olduğundan yarım saat kadar yürüyerek dedemin evine varırdık. Ne kadar acele edersek edelim dedemden “nerede kaldınız?” fırçasını mutlaka yerdik. Dedemin elini öper; o devre göre hayli yüklüce bayram harçlığı alırdık. Dedem son derece bonkör, gözügönlü tok, mali durumu iyi birisiydi. Dedem anneme de bayram harçlığı verirdi. Annem onun tek evladıydı. Üç tane de biz torunları vardı. Anneme 5 lira, bize 2.5 lira verirdi.

Hemen yer sofrasına oturulurdu. Anneannemin tandırda yaptığı yemekleri iştahla yerdik. Onun yemeklerinin lezzeti başkaydı. Ayran çorbası, kızartma, etli yaprak sarması, pilav, su böreği, kadayıf vs. “Ah eski bayramlar “ derken ben anneannemin yemeklerini özlüyorum.

Bazen yemek faslı bitmeden, dedemin misafirleri sökün ederdi. Misafir odasında (eskiden selamlık denirmiş) ağırlanan misafirlere kahveyi annem veya anneannem yapar; ağabeylerim ikram ederlerdi. Zira kadınlar o misafirlerle hiç muhatap olmazlardı. Dedem yaşı ve çevresi gereği tutucu bir insandı. Arkadaşları hacı, hoca takımıydı. Ailede çarşafı atıp, ilk manto giyen kadın annemdi. Bu durum dedemin hiç hoşuna gitmezdi. Ama Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yürekten bağlı bir kuşağın temsilcisi olan babam öğretmendi. İnsanlara örnek olmak zorundaydı.

Bayramın birinci gününü dedemlerde tamamlar, akşama evimize dönerdik. Halam, babamın dayısı gibi aile büyüklerine bayram ziyaretine geç de olsa ya o gün veya ikinci gün erkenden giderdik. Amcam, halalarımın oğulları, komşu, akraba, babamın arkadaşları arasında karşılıklı ziyaretler devam ederdi.

Baba tarafında kaç-göç yoktu. Ne akrabalar ne komşular, ne de babamın arkadaşlarında haremlik-selamlık yoktu. Annelerimiz eşarplarını bağlarlar, maile oturulur, yemek yenir, sohbet edilirdi.

Kurban Bayramında da seramoni değişmezdi. Dedemlere gittiğimizde kurban kesilir, parçalara ayrılır, komşulara dağıtılırdı. Dağıtma işi biz çocuklara düşerdi. “İki dirhem bir çekirdek” bayram giysileri içinde kurban eti dağıtmak pek iç açıcı bir şey değildi.

Kurbanlık koyun, bayramdan 2-3 gün önce alınır; evin bahçesinde bir ağaca bağlanarak beslenirdi. Kurban kesilir kesilmez hemen kavurma yapılır, kahvaltıya yetiştirilirdi. Ayrıca hayvanın ciğeri ve diğer sakatatı da kavrularak yenirdi. Daha sonraki günlerde et makinesinden çekilen etten dolmalar, köfteler yapılırdı.

Dedem hayattayken bizim evde kurban kesildiğini hatırlamıyorum. Onların peşpeşe ölümlerinden sonra annem her sene bu görevi büyük bir şevkle yerine getirdi. O öldükten sonra, onun anısına hürmeten bir kere de ben kestim. Çevremizde ne kurban kesecek yer var ne de dağıtabileceğimiz insanlar. Artık hayır kurumları bu işi üstlenmiş durumdalar. Hem büyük kolaylık, hem de amaç ihtiyacı olanlara yardım etmek değil mi?

Kurban Bayramı ile ilgili benim için önemli olan kötü bir anım vardır. Bahçede bağlı olan koyunu ağabeyimle uzaktan izliyorduk. Koyun ipini kopardı ve bahçede deli gibi koşmaya başladı. Ağabeyim beni yalnız bırakıp içeriye kaçtı. Çığlıklarıma ev halkı yetişti. Beni kurtardılar. Tabi ağabeyim zılgıtı yedi. Şuuraltıma yerleşen bu olay nedeniyle o günden beri her türlü hayvandan korkarım. Sokakta minicik ev köpeklerini dahi görsem yolumu değiştiririm.

Artık çevremide ne o bayramlar var ne de çocukları kovalayan kurbanlık koyunlar. Bayramdan çok önce hangi turla nereye gidelim hesapları yapılıyor. Devran değişti.

Cuma, Mart 31, 2006

Eski Ramazanlar

Benim çocukluğumda, Ramazan yazın en sıcak aylarına denk gelirdi. Ramazan gelmeden önce ev temizliği yapılır, çamaşır yıkanır, erzak alınarak kilere istif edilirdi. Ramazan topuyla, mübarek günler başlardı. Teravih Namazına kadın-erkek herkes giderdi. Kadınlar caminin üst katında mahvel denen balkonda sıkış-tepiş namaz kılarlardı. Tabii gündüz tamamlayamadıkları dedikoduları da oraya sıkıştırırlardı.

Namazdan sonra komşular ve akrabalar bizim bahçede çay içer, karpuz yer; güle oynaya sahura kadar zaman geçirirlerdi. Erkekler bu şamataya fazla karışmazlar, sahura kalkmak için erken yatarlardı. Sahur yemeği olarak pirinç pilavı ve hoşaf (kayısı vs) mutlaka olurdu. Bazen de Ramazandan önce yapılıp hazırlanan kete, çörek ve çayla kahvaltı yapılırdı.

Sahurun bir özelliği de davuldu. Zaten pek uyumayan çoğu insanı uyandırmak için davul-zurna çalınır; bahşiş verilen evlerin önünde uzun konserler verilirdi!

Sahurdan sonra, sabah namazı için camiye koşulurdu. Namaz sonrası evlerimize giderken gün ağırmaya başlardı. Büyükler gibi biz çocuklarda seher vaktinin gizeminden etkilenir; yorgun, uykusuz yataklarımıza serilirdik.

Oruç tutmak için çok ısrar ettiğimizde bize “tekne orucu” tuttururlardı. Sahur yemeğinini tıkabasa yer, öğlene kadar oruç tutar, öğlen orucumuzu açardık. Bu yarım günlük orucun adı “tekne orucu” idi. O uzun ve sıcak günlerde akşama kadar aç durmayı başaranlar, patates-köfte kızartması gibi özel yemekler ve horoz şekeri, elma şekeri gibi iftariyeliklerle ödüllendirilirdi.

İftar, “iftariyelik” denen yiyeceklerle açılırdı. Peynir, hurma, zeytin, pastırma, reçel çeşitleri ramazan pidesi ile yenir; asıl yemeklere başlamadan akşam namazı kılınırdı. İtar Yemeği genelde dövmeli, aşotulu yoğurt çorbası, pastırmalı, kıymalı yumurta, kadayıf dolması olurdu. Dolma, sarma ve diğer yemek ve tatlı çeşitleri de Ramazan içinde yapılırdı.

Öğlene doğru uyanan kadınlar evlerini üstünkörü düzeltip, hatim dinlenmeye komşulara giderlerdi. Her gün bir cüz okunurdu. Hızlı okuyan hoca makbuldü. Bazı kadınlar okunan çüzü Kuran’ı Kerim’den takip ederlerdi. Bazıları uyur, bir kısmı da alçak sesle konuşurlardı. Hoca konuşan kadınlara çok kızardı.

Okunan Kuran’dan ne biz ne de O’nu dinleyen kadınlar hiçbirşey anlamazdık. Kutsal ve güzel birşeyler okunduğunu tahmin ederdik.

Yıllar sonra Kuran’ın tefsiri ve tercümesini okudukça gerçekten güzel sözler olduğunu anlamıştık. Bizim için geç değildi ama bizden önceki kuşak Kuran’dan hiçbirşey anlamadan ömürlerini tamamladılar.

Bana göre o devirde Kuran’ın manasını bilen çevremideki tek insan babamdı. Arapça bilir, anlayarak okur; bilgisini satmaktan hoşlanmayan bir insan olduğundan kendisine soru soran insanlara açıklama yaparken; Kuran’ın insanlara doğruluğu, erdemi, harama itibar etmemeyi ve kul hakkı yememeyi öğütlediğini söylerdi.

Ramazanda evin devamlı misafirleri olurdu. Ben doğmadan önce ahırımızdaki hayvanlara yazın köyde bakan (kışın evdeki ahıra getirilirmiş) Soğukçermik Köyü’nden Sıdıka Hanım her Ramazan köyden gelir, bir ay bizde kalır, ev işlerinde anneme yardımederdi. Ramazan bitince köyüne dönerdi. Yine ben doğmadan önce her Ramazan Siirt’den “Siirtli Hoca” gelir; bir ay bizim evde kalır, hem bizde hem başka evlerde Kuran okur, Ramazan sonunda gidermiş.

Kadınlar 3-4 evde hatim dinlediklerinden zaman çabuk geçer; bu arada bol bol yemek konuşulurdu. İkindi vakti herkes evine koşar, iftara yemek yetiştirmenin telaşına düşerlerdi.

İftar sofrası hazırlanıp, topun atılmasını beklerken amcamın kızı Leyla ile testilerimizi alır, çeşmeye giderdik. Aynı evde onlar üst katta, biz alt katta otururduk. O zamanlar buzdolabı yoktu. Evde musluktan akan su da yoktu. Testilerimizi “Gümüşmasat Çeşmesi”nden doldurur, nefes nefese iftara buz gibi su yetiştirirdik. Büyük bir iş başarmanın hazzıyla sofraya otururduk.

Ramazanın 15’inden sonra iftar davetleri başlardı. Komşu akraba, herkes birbirini yemeğe davet ederdi. Ramazanın sonuna doğru, bir aydan beri ihmal edilen ev temizlenir, çamaşır yıkanır, bayram yemekleri hazırlanırdı. Arefe günü de hamama gidilirdi. Hamamın çok kalabalık olduğu bilindiğinden bazen de bizim evdeki minyatür hamam yakılır; isteyen akraba ve komşular gelip yıkanırlardı.

Yaşadığım şehirde bir eşini görmediğim için bizim ev hamamından biraz bahsetmek istiyorum. Eski evlerin hemen hepsinde odaların içinde bulunan bir dolapda gazocağı üzerinde su dolu bir kazan devamlı bulunurdu. Ayda bir hamama gidilir, ara banyolar burada yapılırdı. Bizim evde, tabanı taş döşeli, odunla ısınan bir soba üzerinde kocaman bakır kazanı olan, gerçek hamamlar gibi kubbesi ve kubbede penceresi olan hamamımız vardı. Eve şehir suyu gelmeden önce sucumuz Bayram Ağa çeşmeden kovalarla taşıdığı suyla bu kazanı doldururdu. Kazanın altındaki soba yakılır, su ısınınca banyo yapardık. Yıkandığımız su hamamın döşemesindeki bir delikten gider, bahçeye çıkardı. Atalarımızın gayet bilinçli ve ileri görüşlü olduğunu düşünüyorum. Zira yaşadığımız ev ve dolayısıyla hamamın 100 yıllık olduğunu söylerlerdi.

Modern yaşamın koşuşturması içinde “O Eski Ramazanları “ yaşamak artık mümkün değil. İnsanlar oruçlarını ya iş yerlerinde ya yolda araçların içinde bozuyorlar. Her devrin kendine göre güzellikleri var. Zaten geriye dönüş mümkün değil. Ama bizim yaşımızdaki insanların “O Eski Ramazanları “ özlemle anmalarının bir sakıncası var mı?

Cuma, Mart 24, 2006

Özlem




Evlerimiz aynı cadde üzerindeydi. Hep karşılaşırdık. Birbirimize gidip gelmez ama ayak üstü konuşurduk. Üç kişilik bir aile idiler. Babanın iyi bir görevi vardı. Anne öğretmendi. El bebek, gül bebek üzerine titredikleri tek çocukları olan kızları da doğal olarak öğrenciydi. Ortaokulda okuyordu.

Mutlu bir aile görünümündeydiler. Son günlerde annenin sağlığının bozulduğunu; o şehirdeki doktorlarla yetinmeyip Ankara'ya tedavi için gittiğini duyduk. Ailenin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Bütün tedavi yöntemleri denendi ama nafile. Anne gözünün bebeği tek evladını ve çok sevgili kocasını bırakarak genç yaşta uçup gitti.

Baba içine kapandı. Özlem hayata küstü. Yakın bir ilçede oturan yaşlı babaanne ve hala evlerini kapatıp onların yanına geldiler. Aylarca teselli etmek için uğraştılar. Geçim kaynakları olan arazi ve bağ-bahçe ile ilgilenmek zorunda olduklarından mecburen evlerine döndüler.

Evde baba-kız, bir de emektar yardımcıları bir başlarına kaldılar. Zamanla acılarını yüreklerine gömüp, hayatın akışına bıraktılar kendilerini. Yakınları ve dostları bu şekilde yaşayamayacaklarını, bu eve bir kadın gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Baba, önceleri şiddetle karşı çıktı bu fikre. Özlem'in yanında bu konu açıldığında hemen odasına kapanıyor ve günlerce kimseyle konuşmuyordu.

Büyüyüp olgunlaştıkça, babasının evlenme işine biraz daha sıcak bakmaya başladı. Kendisi önemli değildi ama babasının bir arkadaşa ihtiyacı vardı. Bir akşam aniden babasına "Neden evlenmiyorsun? Ben evlenmeni istiyorum." dedi. Babası şaşırdı. Başka çare de yoktu. Dostlarının aracılığı ile bir öğretmen bayan buldular. Melek Öğretmen ailesinin en büyük çocuğuydu. Üç kardeşi daha vardı. Babası işçi emeklisiydi. Kardeşlerini okutmak, aile bütçesine katkıda bulunmak için evlenmemişti. Güzel bir kızdı. Çok da becerikliydi. Ev işlerinde, el becerilerinde üstüne yoktu. Sevecen, insan ilişkileri çok iyi, yardımsever biriydi. Çevresinde onu sevmeyen kimse yoktu.

Sade bir nikah töreni ile evlendiler. Babasına evlenmesi için ısrar eden Özlem eve "üvey anne" gelince, bu işin pe de kolay olmadığını anladı. Annesinin yatağında bir yabancı kadın yatıyordu. Hatta annesinin her zaman oturduğu koltukta yine bu kadın oturuyordu. Yaptığı yemekler çok güzeldi ama annesinin yemekleri daha güzeldi. Babası mutlu görünüyordu. Ama kendisi mutlu değildi. Yine içine kapandı. Okul dışında odasından çıkmaz oldu. Melek Abla'nın işi zordu. Kendisini nasıl kabul ettirecekti? Her yolu denemeye başladı. Özlem ile arkadaş olabilmenin yollarını arıyordu. Arkadaşlarını eve çağırmasını istiyor; onlara pastalar, börekler yapıyordu. Süpriz bir doğum günü hazırlayarak onu şaşırtmıştı.

Giderek onun dünyasına girmeyi başardı. Özlem okuldan gelince coşkuyla okulda olan olayları Melek Ablasına anlatmaya başladı. Kıyafet almaya beraber gitmelerini istiyordu. Galiba başarmıştı. Annesinden, onun nasıl özlediğinden bahseder olmuştu. Hatta bayramda beraberce annesinin mezarını ziyarete gittiler.

Artık yaşam hepsi için güzelleşiyor derken, bu defa da Melek Abla'nın sağlık sorunları başladı. Yine doktorlar, tedavilerle uğraşıyorlardı. Aynı filmi yeniden seyrediyorlardı. İşin tuhafı Melek Abla'nın hastalığı Özlem'in annesinin hastalığının aynısıydı.

Ameliyat sonrası Melek Abla nekahat dönemini annesinin evinde geçirmek istedi. Zira Özlem lise son sınıftaydı. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Onun moralini daha fazla bozmamak için annesinde kalmayı tercih etmişti. Kocası ve kızı hergün ziyaretine geliyorlardı. Özlemin ideali doktor olmaktı. Melek Ablası "Kazanacağına yürekten inanıyorum, kafana hiçbir şey takma, çalışmaya devam et. "diyordu.

Özlem Tıp Fakültesini kazandı. Ama Melek Ablası artık yoktu. O da annesi gibi cennete gitmişti. Üniversiteyi kazandığına sevinemedi bile. Kötü kaderine lanet ediyordu. "Zaman en iyi ilaçtır" derler. Zaman bu acıyı da küllendirdi. Yeni okul, yeni arkadaşlar Özlem'e ilaç gibi geldi. Fakat babası toparlanamıyordu. İyice çökmüş, yine içine kapanmıştı. Onu neşelendirmeye çalışan kızının çabaları boşunaydı.

Özlem bir gece babasının sesine uyandı. Elini kalbine bastırmış, ter-kan içinde, nefes alamadığını anlatmaya çalışıyordu. Özlem de yardımcı kadın da şaşırmışlardı. Tıp Fakültesinde okuyordu ama böyle bir hastaya nasıl müdahale edileceğini henüz bilmiyordu. Komşunun yardımı ile ambulans çağırıp hastahaneye yetirdirdiler. Ama iş işten geçmişti.

Özlem, canından bir parçayı daha kaybetmişti. Bu kadar kötü rastlantının bu genç yaşta kendisini bulması inanılır gibi değildi. Yaşlı babaanne ve hala yine yanındaydılar. Ama bu sefer ki farklıydı. Çünkü onlar da canlarından bir parça kaybetmişlerdi. Acıları bu yaşta kaldıramayacakları kadar ağırdı. Epey bir süre kalıp evlerine döndüler.

Özlem vefakar yardımcısıyla bir başına kaldı. Maddi sorunu yoktu. Hayat devam ediyordu. Yapayalnız da olsa bu yükü taşımak zorundaydı. Zaten yaşadıkları kendisini olgunlaştırmıştı. Daha 20 yaşında bile değildi. Ama çok ağır sınavlardan geçmişti

Zaman su gibi akıp geçti. Acılar küllendi. Özlem Tıp Fakültesini bitirdi. Doktor oldu. Sevdiği üç kişiye veremediği şifayı hastalarına verebilmek için inatla çalışmaya başladı. Evlendi. Kocası ve iki çocuğuyla mutlu oldu. Arkasına bakmadan önünde ki mutluluğa doludizgin koşarak yaşam savaşını kazandı.