SEVGİ ÖYKÜLERİ

Pazar, Aralık 10, 2006

Eski Eğlenceler ve Etkinlikler


Çocuklugumuzda yaşadığımız şehrin eğlenceleri şimdikilerden çok farklıydı. Televizyon yoktu. Radyo her evde bulunmazdı.

Yılbaşinda Milli Piyango çekilisini takip etmek için, radyosu olmayan akrabalar bize gelirdi.

Yılbaşinın Hıristiyanların özel günü olduğu için müslümanların kutlamaması tartışmalarının yapıldığı bu günlerde, bundan 50-60 yıl önce, daha tutucu insanların yılbaşinı kutladıklarını hatırlatmak gerektiğini düşünüyorum.

Zira “yılbaşi” yeni bir yıla girmenin kutlanmasıydı. Noelle ilgisi yoktu. Bu nedenle herkes yılbaşinı coşkuyla kutlardı.

Biz genellikle akrabalarla bir araya gelirdik. Yemek konusunda paylaşim yapılır; her aile bir çesit yemek yapar, kuruyemiş, meyve alarak yılbaşinın kutlanacağı eve gelirlerdi. Yemek yenir, bazen tel helva (pişmaniye) yapılırdı.

Şeker çok az su ve limonla kaynatılır; akide şekerinin hammaddesine benzeyen ağdalı bir şeker elde edilirdi. Bu madde elde yumuşatılır; önceden yapılıp soğutulan yağda kavrulmuş un (miyane) , ekmek tahtası üzerine yayılır, halka şeklinde getirilen şeker kavrulmuş unun üzerine konurdu. Yuvarlak ekmek tahtasının etrafına dizilen üç dört kişi halka şeklindeki malzemeyi daire şeklinde elleri ile çevirerek büyütürlerdi. Halka çok büyüyünce katlanarak tekrar küçültülür, böylece tel helvasının iyice incelmesi sağlanırdı. Kıvamına gelince koparılır, parçalara ayrılarak tabaklara konur ve afiyetle yenirdi. İşin ilginç yanı tel helvasının üzerine lahana turşusu yenirdi.

Yılbaşinın ayrı bir özelligi de tombala idi. Kaybedenlere şarkı söylemek, horoz, kedi sesi taklidi yapmak cezaları verilirdi.

Saat 24 de milli piyango çekilisi radyodan dinlenir, amortiden başka ikramiye hiç kimseye çikmadigindan biraz buruk, insanlar evlerine dönerlerdi.

Milli Bayramları izlemek de çok önemliydi. 23 Nisan Çocuk Bayramı ve 19 Mayıs Gençlik Bayramını izlemek için tören alanına mutlaka gidilirdi. Annem akraba ve komşu kızlarının babalarından izin alır onları bayrama götürürdü. Biz çocuklar eğer okul ile törene katılmıyorsak biz de onlara takılırdık.

23 Nisan’da mutlaka gelinlik giydirilmiş bir kız çocugu olur, üstü açık araba ile protokolün önünden (resmi geçit) geçerdi. Biz kız çocuklari o gelinin yerinde olmayı çok isterdik. Hatta kıskanırdık.

İlkokul dördüncü sınıfta en yakın arkadaşlarım 23 Nisan bayramına katılmak üzere yavrukurt olmuşlardı. Giysileri hazırlanmış, trampetleri alınmıştı. Ben de yavru kurt olmak istiyordum. Fakat babam izin vermedi. Giysilerin mali yükünden mi yoksa yorulur hasta olurum diye mi izin vermedi bilmiyorum. Çok üzülmüs kimseye belli etmeden gizli gizli ağlamıştım.

İlkokulu bitirdiğim yıl 23 Nisan’da tören yerinde kürsüye çikarak konuşma yapmıştım. Ama yavrukurt olamamamın üzüntüsü hep içimde kaldı.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramına sadece ortaokul ve lise ögrencileri katılırdı. Çesitli spor ve folklor gösterileri, konuşmalar yapılır şiirler okunurdu. Eğer hava güneşli ise eve kıpkırmızı bir suratla dönerdik. Yüzümüze yanığa karşi yoğurt sürerdik.

Bazı yıllar hava yağmurdu olurdu. Bu sefer yağmurdan sırılsıklam evin yolunu tutardık.

Sinema bizim çocukluk ve gençliğimizin başlıca eğlencesi idi. Hemen hemen hiçbir filmi kaçırmazdık. Gündüz kadınlar matinesinde Türk filmleri izler, akşamları yabancı filmlere giderdik. Sinemanın balkonundaki localarda film izlemek bir ayrıcalıktı.

Büyük şehirlerden senede birkaç kere büyük sanatçılar konserler vermeye gelirdi. Halk evinde izlenen bu konserlere gitmekte ayrıcalıktı. Mesela lise yıllarımda Suna Kan’ı izlemiş ve ayakta dakikalarca alkışlamıştık.

Üniversitede iken ögrencilerin düzenledikleri geceler olurdu. Karadenizlilerin “hamsi gecesi” Gazianteplilerin “fıstık gecesi” gibi geceler yapılırdı. Mahalli sanatçılar ve Mahalli folklor gösterileri ilginç ve eğlenceli idi.

Cumhuriyet coşkusunun henüz yıpranmadığı çocukluk yıllarımda “Cumhuriyet Baloları” düzenlenirdi. Annem ve babam bu balolara giderlerdi. Yaz aylarında hemen hemen her hafta sonu pikniğe gidilirdi. O zaman adı piknik değildi. Kır veya seyir değildi. Piknik kelimesi sonradan moda oldu. Piknik yerleri; İstasyon Bahçesi, Fidanlık, Köşk, Çaykara, Abdurrahman Gazi, Boğaz, Ilıca, Hasankale idi.

Bir gün önceden köfte, börek, dolma, un helvası, haşlanmış yumurta, patates gibi yiyecekler hazırlanır, sepetlere konurdu. Şehrin vazgeçilmezi olan çay için semaver, kömür ve diğer çay malzemeleri temin edilirdi. Gidilecek yerlerin çogu şehrin civarında olduğundan sabah erkenden yaya yola çikilirdi. Serinde yürüyerek piknik yerine varılırdı.

Ilıca veya Hasankale’ye genelde trenle gidilirdi. Günübirlik değil de çadir kurarak uzun süre kalmak üzere gidildiğinde eşya götürüldüğü için, arazimizin olduğu köydeki ortakçımız kağnı arabası getirirdi. Eşyalarımızarabalardan birine yüklenir, diğerine de biz binerdik. Kağnı arabasının gıcırtısı ile yolculuk yapmak büyük bir keyifti.

Piknik yerine varılınca kilimler yayılır, biz de kilimlerin üzerine kendimizi atar, çok yol yürüdüğümüz için dinlenmeye çalisirdik.

Büyükler hemen semaveri yakarlar, bir taraftan da sofra hazırlanırdı. Yemek yenip çay içildikten sonra sıra eğlenmeye gelirdi. İstop (top oyunu), bal satarım, köşe kapmaca oynar, ip atlardık. Bu oyunlara büyükler de katılırdı. Yürüyüşler yapar, çiçekler toplar, başimızı çiçekten taçlarla süslerdik.

Akşamüzeri yine semaver yakılır, kalan yemekler de yanip eve dönülürdü. Yine yüzümüz pancar gibi kızarmış olurdu. Yüzümüzü yoğurtla sıvar, temiz havadan ve yorgunluktan çarpilmis olarak göz kapanmasına engel olamazdık.

Artık bu tip olaylar şekil değiştirdi. Yılbaşları lüks otellerin süslü salonlarında veya Hristiyanlara özenerek sokaklarda kutlanıyor.

Milli Bayramları izlemeye çok az insan gidiyor. Evde ayaklarını uzatıp televizyonda izlemek daha kolay geliyor.

Filmler ve tiyatrolar gençlere göre. Bizler pek bir şey anlamıyoruz. Hele “stand-up” dedikleri tek kişilik gösteriler var ki argo dolu.Herkes gülüyor. Biz onların niye güldüğünü anlamaya çalisiyoruz.

Piknik yerlerinde genellikle sandalyelere tüneyip hazır yiyecekler yeniyor.

Belki böylesi daha güzel ama; “Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer”

Ayten


Dedelerimizden kalan yüz yıllık evde ben on beş yaşima kadar yaşadım.

Zamanında tek ailenin yaşadığı ev, sonraları altı ailenin yaşadığı evlere bölünmüştü.
Odaların dışında çok büyük bir mutfak, hamam, ahır, kilerler, bahçe ve merekler vardı. Mereklere ahırdaki hayvanlar için kışlık yiyecek istif edilirmiş. Ben ahırı gördüm ama artık hayvan beslenmiyordu. Merekler de boş duruyordu.

Sonradan halamın oğluna ait bölümdeki ahır ve mereklerin yerine ev yapıldı.

Aytenler halamın oğlunun mereğin yerine yaptırdığı eve taşinmaları üzerine boşalan eve kiracı olmuşlardı. Ailenin reisi ve ilk karısı karadenizliydiler. Bir çok karadenizli gibi adam fırıncıydı. Beş çocugu ve ayrıca bir karısı daha vardı. Çocuklar ilk kadındandı. Küçük kadının çocugu yoktu.
Karadenizli fırıncı ilk kocasından ayrılmış olan ve Ankara’da yaşayan Ayten’i oralardan alıp getirmişti. Ayten güzel ve genç bir kadındı. Hangi şartlar onu buralara getirmişti kimse bilmiyordu.

Yazın bahçeye yayılan hasır ve onun üzerine konan minderlere konu komşu çöreklerin dedikodu yaparlardı. Biz çocuklar bahçede arkadaşlarımızla oynarken dedikoduları da dinlemekten geri kalmazdık.

Ayten şivesi düzgün Ankara’da büyümüş, diğer kadınlardan farklı biriydi. Kocasının zoru ile başina beyaz bir örtü örterdi.

Kuması kadınların muhabbetine hiç karışmaz daha doğrusu çok az konuşurdu. Bahçede yaktığı ocakta, beş çocugun çamasirini yıkar, iplere asar veya içeride yemek yapardı.

Büyük kuma mutsuzdu. Üzerine kuma gelmesini hazmedemediği belliydi. Kız, oğlan birçok çocuk doğurmuş ama kocasına yaranamamıştı. Maddi durumları da çok iyi değildi. İki odalı evde büyük kuma çocuklari ile odanın birinde yatardı. Diğer küçük oda Ayten ve kocasına aitti. Zaten Ayten sabah çok kalkar, kahvaltı saati geçtiğinden kendi başina kahvaltı yapardı. Hiç ev işi yapmaz, ya bahçede çene çalar ya da odasında yatıp roman okurdu.

Çocuklar yaramazlık yaptıkları zaman onlara bağırır, bazen de terliğini onlara fırlatırdı. Anneleri bu davranışa hiç sesini çikarmazdi.

Ailenin hiçbir sosyal hayatı yoktu. Kendileri bir yere gitmedikleri gibi pek gelen gidenleri de olmazdı.

Ayten ev işi yapmadığı gibi, örgü, nakış gibi el işleri de yapmazdı. Büyük kuma ev işlerini yetiştirmek için çirpinirken onun kılı bile kıpırdamazdı.

Ayten’in yaşamındaki gizemi kimse çözemedi. Bu yaşama neden katlandığını kimse anlayamadı. Neden bu yaşantıyı seçmişti.

Aile bizim mahalleden başka bir mahalleye taşindı. Bir daha da Ayten dahil hiçbirinden haber alamadık.

Yazgı


Şehre çok yakın bir köyde oturuyorlardı. Annesi, babası, kız kardeşi ve kendisi dört kişiydiler.

Köyde iki çocukla yetinmek olası değildi. Ama herhalde Allah daha fazlasını vermemişti.

Birkaç parça darlaları, inekleri, koyunları, tavukları ile kimseye muhtaç olmadan yaşiyorlardı.
Murat ortaokula şehre gidiyordu. Zira köyde ortaokul yoktu. kız kardeşi ilkokulu bitirince evde oturup kısmet beklemeye başladı.

Murat’ın ortaokulu bitirdiği yıl babası hastalandı. Kısa bir süre sonra da babası vefat etti. Aile sudan çikmis balığa döndü. Baba olmayınca arazi başkalarının elinde kaldı. Geçim sıkıntısı çekmeye başladılar.

Doğal olarak Murat liseye gidemedi. Şehirde bir mobilyacının yanında çalismaya başladı. Karınca kararınca aile bütcesine katkısı oluyordu.

Askerliğini yapıp dönünce bu şartlarda çalismakla ne kısalıp uzamayacağını anlamıştı. Zaten kız kardeşi de köyden birisi ile evlenmişti.

Murat annesini köyde bırakarak Ankara’ya gitti. Orada mobilya işi gelişmişti. Hatta yurtdışına mobilya ihraç edildiğini duymuştu.

Siteler’de mobilyacıları dolaşarak kendisine bir iş buldu. Eli bu işe yatkındı. Epey tecrübesi vardı mobilya işinde. Kısa zamanda kendisini kabul ettirdi. Kazancı fena değildi.

Köydeki mallarını satıp Ankara’da bir gece kondu aldı. Annesi de yanına yerleşti. Giderek “Allah yürü ya kulum” dedi. Çaliskan, dürüst, işine sahip bir insan olduğundan zaman içinde küçük bir dükkan oldu. Kendi ürettigi mobilyaları satmaya başladı.

Evlenmek için artık bir engel kalmamıştı. Kendi çevrelerinden bir kız bulup nişanladılar. Kızcağız annesi ile beraber oturuyordu. Başka kimseleri yoktu.

Murat’ın annesi büyük şehre geleli hep hastaydı. Buranın havası, suyu yaramamıştı. Bu yaştan sonra gurbet zor gelmişti. Sıla özlemi çekiyordu. Memleketteki kızının ve torunlarının özlemine dayanmak zordu.

Oğlu onu doktor doktor gezdirdi. Hastalığına çare bulamadılar. Hayatta istediği tek şey oğlunun mürüvvetini görmekti. Ama göremeden hakkın rahmetine kavuştu.

Taziye dönemi bitince sade bir nikah töreni ile Murat evlendi. Genç karısı annesinin acısının hafiflemesinde ona yardımcı oldu.

Murat, baba olacağı müjdesini alınca mutluluktan havalara uçtu. Yalnız yaşayan kayınvalidesini de yanlarına aldılar. Hem hamilelik döneminde kızına yardımcı olur hem de yalnızlıktan kurtulurdu.

Doğuma az kalmıştı. Murat’ın karısı çok kilo almıştı. Bütün vücudu şişiyordu. Doktor perhize soktu tuzu yasakladı. Yükselen tansiyonu için ilaç verdi.

Çok rahatsızlanınca genç kadın, bir gece hastaneye kaldırdılar. Aşirı tansiyon yüksekliğinden hem annenin hem de bebeğin hayatı tehlikede idi. Sezeryan ile bebeği aldılar. Çok sağlıklı bir bebekti. Maalesef anneyi kurtaramadılar.

Acı dayanılacak gibiydi. Tam mutluluğu yakalamışken Murat böyle bir felakete uğramıştı. İlk günler oğlunun varlığına sevinemedi bile.

Anneanne evlat acısını içine gömüp torununu büyütmeye başladı.

Bütün dünyası bu çocuk olmuştu. Damadının mutsuzluğuna da üzülüyordu. Ama elden gelen bir şey de yoktu. Emir büyük yerden gelmişti.

Bebek artık ele avuca geliyordu. Yürüyor yavaş yavaş konuşmaya çalisiyordu. Bir akşam kayınvalidesi Murat’a “seninle konuşmak istiyorum” dedi.

Kayınvalidesi; acılarının büyük olduğunu ama elden bir şey gelmediğini, çocugun annesiz büyümesini istemediğini ve kendisinin evlendirmek istediğini büyük bir olgunlukla söyledi.

Murat şaşirmıştı. Bir kayınvalide bu kadar özverili olabilir miydi? Murat evlenmek isteseydi tepki göstermesi gerekmez miydi? Murat bu yüce kadının ellerini öperek “sen benim öz annemsin” diyerek gözyaşlarına hakim olamadı.

Murat onun bulduğu bir kızla evlendi. Yeni gelin kayınvalidesine saygıda kusur etmedi. Üvey oğlunu sevgi ile kucakladı. Kendisinin de bir oğlu oldu.

Babaanne torunları arasında hiç ayrım yapmadı. İkisini de çok sevdi. Küllenmiş acılarını yüreklerinin bir köşesinde mutlu yaşadılar.

Beşik Kertme


“ Beşik Kertme “ sözcüğünü duyanlarınız olmuştur.

Yakın akraba, komşu, dost iki hanım hamile kaldıklarında birinin kızı, diğerinin oğlu olursa bunları büyüdüklerinde evlendirme kararı alınırdı. Bazen de 3-5 yaşindaki oğullarına yakınlarının birisinin çocugu eğer kız olursa yine “beşik kertme” yapılırdı.

İki kız kardeş aynı dönemde hamile kaldılar. O zamanın modasına uyup beşik kertme yaptılar. Rastlantı bu ya çocuklardan biri kız biri oğlan oldu. Çocuklar aynı ortamda güle oynaya büyüdüler. O zamanlar kız çocuklari okula gitmezdi. Osman okula gönderildi. Başarılı bir ögrenciydi. Askeri okula kabul edildi.Yad ellere okumaya gitti.

Sözlüsü onu hep heyecan ile bekledi. Nihayet Osman genç bir zabit (subay) olarak memleketine döndü. Onu sabırsızlıkla bekleyen iki aile hemen düğün hazırlıklarına başladılar. Osmanın bir durgunlugu vardı ama konuşmuyor, daha doğrusu konuşamıyordu.

Yemekler hazırlandı. Davullar, zurnalar tutuldu. Düğün alayı damadın evine vardı. Osman damda elinde bir elma ve bozuk paralar ile bekliyordu. Gelin eve girerken elmayı atıp mutlaka kızın başina isabet ettirmesi gerekirdi. Bozuk paraları da damdan aşağıya serper, çoluk çocuk bu paraları kapışırdı.

Osman elmayı özellikle gelinin başina rastlamayacak şekilde attı.

Düğün alayı eve doluşup herkes kendisine bir yer bulup oturduktan sonra; (sadece kadınlar) evin bir odasında bekleyen gelin ve damat salona girdiler. Gelin damadın koluna girmişti. Kendileri için hazırlanan koltuklara oturdular. Bu törene “koltuk” denirdi.

Geline takılar takıldıktan sonra damadın bir süre daha oturup sağdıcı ile beraber düğün salonundan ayrılması adetti.

Damat çok yakışıklıydı. Zabit elbisesinin içinde daha uzun boylu daha geniş omuzlu görünüyordu. Gelin ufak tefekti ve güzel sayılmazdı. Üstelik gözlerinde o devirde çok rastlanan trahom hastalığı vardı. Kan çanagi gibi olan gözlerini hep kırpıştırıp gözlerinden devamlı akan yaşi durmadan siliyordu.

Yaşlı ve dedikoducu kadınlar damadın annesini bir köşeye sıkıştırıp “gözün kör müydü? “ siteminde bulunmayı ihmal etmediler.

Kadınlar vur patlasın çal oynasın iyice kurtlarını döktüler. Doyasıya eğlendiler.

Nihayet düğün bitti. Herkes evinin yolunu tuttu. Sabah erkenden anne ve babasının karşisına üniformasini giymiş olarak çikan Osman; “benim iznim bitti” gitmem lazım diyerek acele ile onların elini öptü ve kapıyı hızla kapatıp kendini sokağa attı. Anne ve babasına ağızlarını açıp tek kelime söyleme fırsatı vermemişti.

Yapacak bir şey yoktu. Gelinlerini bağırlarına basıp, yaşamlarını devam ettirmekten başka ne yapabilirlerdi?

Dokuz ay sonra nur topu gibi bir kız dünyaya geldi. Bebek sarışın, tombul, pembe yanaklı çok güzel bir çocuktu. Evdekilerin neşe kaynağı olmuştu.

Babasız büyüyen çocugun okula gitmesini aile bireyleri hoşgörü ile desteklediler. Nazlı okuyup ögretmen oldu. Dik başlı, otoriter, inatçı bir insandı. Evlendi, peş peşe çocuklari oldu. Mutluydu. İş hayatı, çocuklar derken hayat akıp gidiyordu. Çok iyi bir eşi vardı. Sakin, sessiz, çok efendi bir insandı. Ama nedense yaşam bazı insanlar için acımasız oluyor. Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider misali genç yaştaki koca kısa bir hastalık döneminden sonra vefat etti. Nazlı çocuklari ile bir başina kaldı. Hayata direnmesini daha doğduğu gün ögrenmisti. Çocuklarina hem anne hem baba oldu. Onlara üniversite tahsili yaptırdı. Evlendirdi torun sahibi oldu.

Babasının yüzünü bir kere olsun görmemişti. Gözünün önüne getirebileceği bir baba hayali olmadı hiçbir zaman.

Bir günlük evli iken uzaklara giden zabitten bir daha haber alınamadı. Yemen çöllerinde, Kafkasya’da, Çanakkale’de kim bilir nerelerde kaldı?