SEVGİ ÖYKÜLERİ

Cumartesi, Nisan 08, 2006

Anneannem

Anneannem benim için çok özel bir insandı. Yardımsever, gururlu, özverili ve duyarlı birisiydi. Öldüğünde ben 16 yaşındaydım. Çektiği çileler ve yalnızlığı belki de benim için onu özel yapmıştı. Kendisi genç kızlık yaşamı ile ilgili hiçbir anısını anlatmazdı. Sanki 14 yaş öncesini hiç yaşamamıştı. Harman ilçesine bağlı bir köyün cami hocasının kızıydı. Erzurum’da akrabası olan Polis Fehim Efendi’nin evine misafir olarak geliyor. Fehim Efendi’nin karısı yatalakmış, çocukları da yokmuş.

Kasvet yüklü bu eve bir güneş gibi doğan bu genç kızın; gayretli, çalışkan, her işin üstesinden gelen bir insan olduğunu gören Polis Fehim Efendi onu nikahı altına alıyor. Bir süre sonra da karısı ölüyor. İlk karısından çocuğu olmadığından, dayımın doğumu yaşlı adam için gerçek bir sürpriz oluyor. Ama evladına doyamadan O da ölüyor. Anneannem yirmili yaşlarda küçücük oğluyla bir başına kalıyor.

Şehirde köyde mal-mülk, hayvan arazi herşey çok. Aynı evde Fehim Efendi’nin delikanlı iki yeğeni de yaşıyor. Bu yeğenler, Fehim Efendi’nin genç yaşta ölen kızkardeşi Binnaz Hanım’ın çocuklarıdır. Babaları Kağızmanlı Binbaşı Süleyman Efendi’nin yeniden evlenmesi üzerine, üvey anne bu çocukları istememiş, babaları da çocuklarla yeterince ilgilenmediği için; dayıları Fehim Efendi çocukları kendi evine almak zorunda kalıyor.

Fehim Efendi ölünce akrabalar; dul kalan genç gelinle, yeğenlerin aynı evde kalmalarının uygun olmayacağını düşünerek, delikanlılardan birinin anneannemle evlenmesini istiyorlar. Dedem Şefik Efendi anneannemle nikahlanıyor. Bir süre sonra da annem dünyaya geliyor. (1915) Daha sonra kocası ve kayınbiraderi Birinci Dünya Savaşına katılınca anneannem dayım ve annemle yalnız kalıyor.

Kayınpederi Binbaşı Süleyman Efendi, yeni karısı ve ondan olan çocuklarıyla şehrin öbür ucundaki konağında yaşarken; anneannem ve çocuklarla hiç ilgilenmiyor. Rusların Erzurum’u işgal edeceğine hiç inanmayan Binbaşı Süleyman Efendi; “tabyalar bizim, korkacak bir şey yok“
deyip duruyor. Sonra ne düşünüyorsa anneanneme haber gönderiyor. “çocukları alıp gelsin, şehri terkedip, muhacir olacaklar, onları başka diyarlara göndereceğim“ diyor.

Anneannem çocuklarıyla beraber ortakçının (araziyi ekip bizen kişi) getirdiği kağnı arabasına binip Binbaşı Süleyman Efendi’nin konağına giderken, Rusların şehri işgal ettiğini görüyor. Korkusundan çocuklarla bir eve sığınmak istiyor. Rus askerleri kendisine zarar vermeyeceklerini, istediği yere gidebileceklerini söyleyince yoluna devam edip kayınpederinin evine varıyor. Şehri Rusların işgal etmeyeceğine kendisini inandıran Binbaşı Süleyman Efendi üzüntüsünden felç oluyor.

Anneannem çocuklarını alıp kendi evine dönüyor. Kayınpederi bir süre sonra ölüyor. Rus işgali altındaki şehirde sadece yaşlı erkekler, kadın ve çocuklar yaşıyorlar. Anneannem ve çocukları, komşularının dayanışması ile yaşamlarını sürdürüyorlar. Bitişik komşular duvarları delerek birbirlerine gidip gelebiliyorlar. Anneannem ineğinin sütünü komşulara verip, onlardan erzak alarak çocuklarının karnını doyuruyor.

Geceleri evde insan olduğu belli olmasın diye soba yakmayıp, idare lambasını sobanın içine koyarak onun loş ışığında, soğukta çocuklarıyla yaşamaya çalışıyorlar. Bitişiklerindeki kendilerine ait eve Ruslar aileleriyle birlikte yerleşiyorlar. Fakat kimseye kötülük yapmıyorlar.

Rusya’da Bolşevik İhtilali (1917) olunca, Rus askerleri bozguna uğruyorlar. Silahları ermenilere bırakıp, ülkelerine kaçıyorlar. Ermeniler; asırlardır aynı topraklarda kardeş gibi hoşgörü içinde yaşadıkları insanlara; bazı ülkelerin kışkırtmalarına kapılarak akla hayale gelmedik kötülükler yapıyorlar. Şehirde kalan yaşlı erkekleri camilere doldurup, camileri içindekilerle birlikte yakmak, hamile kadınları öldürmek gibi tarihe yüzkarası sayfalar olarak geçen eylemlerini gerçekleştiriyorlar.

Nihayet 12 Mart’da Erzurum’a Türk askeri giriyor. Açlıktan ve yorgunluktan perişan, üstübaşı parçalanmış askerlere kadınlar sandıklarından çıkardıkları giysileri giydirip, karınlarını doyuruyorlar. Hayatlarını, namuslarını, geleceklerini kurtaran bu insanlara minnet borçlarını böyle ödemeye çalışıyorlar. Ben o dönemde yaşayan insanları ve anneannemi gıpta ve minnetle anıyorum. Verdikleri mücadeleden dolayı.

Savaşta baltasını alarak tabyalara düşmanla çarpışmaya giden Nene Hatun’u tanıma şansım oldu. Nene Hatun’un “bir kadın kahraman” olduğu ancak onun iyice yaşlandığı dönemde ilgililerin aklına gelmişti. Bir 12 Mart günü anneannem beni ve annemi onun evine götürdü. Başına bağladığı bembeyaz örtülerin içinde iyice yaşlı ve gördüğü ilgiden şaşkındı.

Anneannem onu galiba biraz kıskanıyordu. Zira o cehennemi yaşayan bütün Erzurum’lu kadınlar birer “Nene Hatun” değiller miydi? Zoraki yapılan bir evlilik dedemi uçarı ve evle ilgisi olmayan bir insan yapmıştı. Bu ilgisizlik ise anneannemi yalnızlığa mahkum etmişti. Evimiz onlara çok uzaktı. Annem çoluk çocuk, kendine ait çevresi nedeniyle onunla pek ilgilenemedi. Dayım okumaktan başka çare olmadığını kavradığından liseyi bitirip Ankara’ya Hukuk Fakültesi’ne gidiyor. Gidiş o gidiş. Bir daha da tatiller hariç eve dönmüyor. Anneannem onun özlemiyle hep yanıp tutuştu. Ona hasret öldü. “Tez gel ağam tez gel dayanamiram, Uyku gaflet basmış uyanamiram”. Onun gramofondan dinleyip ağladığı bu türküden aklımda kalanlar.

Anneannem bize seyrek gelirdi. Kedisi tavuklarını bahane eder evine dönmek isterdi. Bence asıl sebep bizlere zahmet vermek istememesiydi. Geldiğinde gitmemesi için yalvarır; 1-2 gün bırakmazdık. Hep eli dolu gelirdi. Çıkınında pestil, sucuk, ceviz, badem, kete olurdu.

Akşamları yemekten sonra dizine yatar, bize masal anlatmasını isterdik. Padişahlı, krallı, devli, perili masallarını tekrar tekrar zevkle dinlerdik. Savaşta yaşadıklarını bize anlatmak istemezdi. Ya o günleri anımsamak istemediğinden ya da bizi üzmemek için.

Gözkapaklarımıza oturan uykuya daha fazla dayanamaz; perilerin kanatlarında padişahın sarayına doğru uçardık. Benim hatırladığım dönemde dedem köye, arazinin başına da gitmezdi. Anneannem, ekin ekme ve hasat zamanı köye gider; bir erkeğin yapması gereken işleri yapardı. Bu iş, iyice yaşlanıncaya kadar sürdü. Köye ekin ektirmeye son gittiğinde bir kalp krizi sonucu vefat etti.

Anneannem insanlara hiç yük olmadı. Herkesin yardımına koştu. Ölünceye kadar evinin bütün işini kendisi yaptı. Çektiği çileler ve yalnızlığıyla ağaçlar gibi ayakta öldü. Ruhu şadolsun.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

Eski Bayramlar

Bayram temizliği, çamaşır, yemek, hamam faslından önce bayramlık giysi telaşı başlardı. Hazır giysi olmadığından, kumaş almak, diktirmek zaman alırdı. Kız çocuklarına basma, keten, bazen de taftadan elbise dikilirdi. Kumaş seçimi birazda ailenin ekonomik durumu ile bağlantılıydı. Terziye elbise diktirme gücü olmayanlara anneleri birşeyler dikmeye çalışırlardı. Yeterki çocukları yeni bir giysi giysin; diğer çocukların yanında boynu bükük kalmasın. Elbise yanında mutlaka yeni ayakkabı ve çorap da alınırdı. Bizim için bayram; yeni giysimizi giymek bir de bayram harçlığıydı.

Arefe günü banyo yapıp yatar, sabahı zor ederdik. Arefe günü yapılan banyonun insanlar sağlık ve mutluluk getirdiğine inanılırdı.

Babalarımız bayram namazına gidince, annelerimiz mutfağa dolar, biz de amcamın kızı Leyla ile kapımızın önünü süpürmeye çıkardık. Önce çeşmeden su taşır, toprak olan kapımızın önüne sular, sonra da süpürürdük. Saçlarımız tozlanmasın diye başımıza örtü örterdik.

Bayram namazı sonrası herkes yemeğe otururdu. Biz yemek yemez, acele giyinir; şehrin öbür ucunda oturan anneannemle, dedemi bekletmemek için aile arasında bayramlaşarak yola düşerdik. Faytondan başka araç yoktu. O saatte fayton bulmak zor olduğundan yarım saat kadar yürüyerek dedemin evine varırdık. Ne kadar acele edersek edelim dedemden “nerede kaldınız?” fırçasını mutlaka yerdik. Dedemin elini öper; o devre göre hayli yüklüce bayram harçlığı alırdık. Dedem son derece bonkör, gözügönlü tok, mali durumu iyi birisiydi. Dedem anneme de bayram harçlığı verirdi. Annem onun tek evladıydı. Üç tane de biz torunları vardı. Anneme 5 lira, bize 2.5 lira verirdi.

Hemen yer sofrasına oturulurdu. Anneannemin tandırda yaptığı yemekleri iştahla yerdik. Onun yemeklerinin lezzeti başkaydı. Ayran çorbası, kızartma, etli yaprak sarması, pilav, su böreği, kadayıf vs. “Ah eski bayramlar “ derken ben anneannemin yemeklerini özlüyorum.

Bazen yemek faslı bitmeden, dedemin misafirleri sökün ederdi. Misafir odasında (eskiden selamlık denirmiş) ağırlanan misafirlere kahveyi annem veya anneannem yapar; ağabeylerim ikram ederlerdi. Zira kadınlar o misafirlerle hiç muhatap olmazlardı. Dedem yaşı ve çevresi gereği tutucu bir insandı. Arkadaşları hacı, hoca takımıydı. Ailede çarşafı atıp, ilk manto giyen kadın annemdi. Bu durum dedemin hiç hoşuna gitmezdi. Ama Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yürekten bağlı bir kuşağın temsilcisi olan babam öğretmendi. İnsanlara örnek olmak zorundaydı.

Bayramın birinci gününü dedemlerde tamamlar, akşama evimize dönerdik. Halam, babamın dayısı gibi aile büyüklerine bayram ziyaretine geç de olsa ya o gün veya ikinci gün erkenden giderdik. Amcam, halalarımın oğulları, komşu, akraba, babamın arkadaşları arasında karşılıklı ziyaretler devam ederdi.

Baba tarafında kaç-göç yoktu. Ne akrabalar ne komşular, ne de babamın arkadaşlarında haremlik-selamlık yoktu. Annelerimiz eşarplarını bağlarlar, maile oturulur, yemek yenir, sohbet edilirdi.

Kurban Bayramında da seramoni değişmezdi. Dedemlere gittiğimizde kurban kesilir, parçalara ayrılır, komşulara dağıtılırdı. Dağıtma işi biz çocuklara düşerdi. “İki dirhem bir çekirdek” bayram giysileri içinde kurban eti dağıtmak pek iç açıcı bir şey değildi.

Kurbanlık koyun, bayramdan 2-3 gün önce alınır; evin bahçesinde bir ağaca bağlanarak beslenirdi. Kurban kesilir kesilmez hemen kavurma yapılır, kahvaltıya yetiştirilirdi. Ayrıca hayvanın ciğeri ve diğer sakatatı da kavrularak yenirdi. Daha sonraki günlerde et makinesinden çekilen etten dolmalar, köfteler yapılırdı.

Dedem hayattayken bizim evde kurban kesildiğini hatırlamıyorum. Onların peşpeşe ölümlerinden sonra annem her sene bu görevi büyük bir şevkle yerine getirdi. O öldükten sonra, onun anısına hürmeten bir kere de ben kestim. Çevremizde ne kurban kesecek yer var ne de dağıtabileceğimiz insanlar. Artık hayır kurumları bu işi üstlenmiş durumdalar. Hem büyük kolaylık, hem de amaç ihtiyacı olanlara yardım etmek değil mi?

Kurban Bayramı ile ilgili benim için önemli olan kötü bir anım vardır. Bahçede bağlı olan koyunu ağabeyimle uzaktan izliyorduk. Koyun ipini kopardı ve bahçede deli gibi koşmaya başladı. Ağabeyim beni yalnız bırakıp içeriye kaçtı. Çığlıklarıma ev halkı yetişti. Beni kurtardılar. Tabi ağabeyim zılgıtı yedi. Şuuraltıma yerleşen bu olay nedeniyle o günden beri her türlü hayvandan korkarım. Sokakta minicik ev köpeklerini dahi görsem yolumu değiştiririm.

Artık çevremide ne o bayramlar var ne de çocukları kovalayan kurbanlık koyunlar. Bayramdan çok önce hangi turla nereye gidelim hesapları yapılıyor. Devran değişti.