SEVGİ ÖYKÜLERİ

Cuma, Mart 31, 2006

Eski Ramazanlar

Benim çocukluğumda, Ramazan yazın en sıcak aylarına denk gelirdi. Ramazan gelmeden önce ev temizliği yapılır, çamaşır yıkanır, erzak alınarak kilere istif edilirdi. Ramazan topuyla, mübarek günler başlardı. Teravih Namazına kadın-erkek herkes giderdi. Kadınlar caminin üst katında mahvel denen balkonda sıkış-tepiş namaz kılarlardı. Tabii gündüz tamamlayamadıkları dedikoduları da oraya sıkıştırırlardı.

Namazdan sonra komşular ve akrabalar bizim bahçede çay içer, karpuz yer; güle oynaya sahura kadar zaman geçirirlerdi. Erkekler bu şamataya fazla karışmazlar, sahura kalkmak için erken yatarlardı. Sahur yemeği olarak pirinç pilavı ve hoşaf (kayısı vs) mutlaka olurdu. Bazen de Ramazandan önce yapılıp hazırlanan kete, çörek ve çayla kahvaltı yapılırdı.

Sahurun bir özelliği de davuldu. Zaten pek uyumayan çoğu insanı uyandırmak için davul-zurna çalınır; bahşiş verilen evlerin önünde uzun konserler verilirdi!

Sahurdan sonra, sabah namazı için camiye koşulurdu. Namaz sonrası evlerimize giderken gün ağırmaya başlardı. Büyükler gibi biz çocuklarda seher vaktinin gizeminden etkilenir; yorgun, uykusuz yataklarımıza serilirdik.

Oruç tutmak için çok ısrar ettiğimizde bize “tekne orucu” tuttururlardı. Sahur yemeğinini tıkabasa yer, öğlene kadar oruç tutar, öğlen orucumuzu açardık. Bu yarım günlük orucun adı “tekne orucu” idi. O uzun ve sıcak günlerde akşama kadar aç durmayı başaranlar, patates-köfte kızartması gibi özel yemekler ve horoz şekeri, elma şekeri gibi iftariyeliklerle ödüllendirilirdi.

İftar, “iftariyelik” denen yiyeceklerle açılırdı. Peynir, hurma, zeytin, pastırma, reçel çeşitleri ramazan pidesi ile yenir; asıl yemeklere başlamadan akşam namazı kılınırdı. İtar Yemeği genelde dövmeli, aşotulu yoğurt çorbası, pastırmalı, kıymalı yumurta, kadayıf dolması olurdu. Dolma, sarma ve diğer yemek ve tatlı çeşitleri de Ramazan içinde yapılırdı.

Öğlene doğru uyanan kadınlar evlerini üstünkörü düzeltip, hatim dinlenmeye komşulara giderlerdi. Her gün bir cüz okunurdu. Hızlı okuyan hoca makbuldü. Bazı kadınlar okunan çüzü Kuran’ı Kerim’den takip ederlerdi. Bazıları uyur, bir kısmı da alçak sesle konuşurlardı. Hoca konuşan kadınlara çok kızardı.

Okunan Kuran’dan ne biz ne de O’nu dinleyen kadınlar hiçbirşey anlamazdık. Kutsal ve güzel birşeyler okunduğunu tahmin ederdik.

Yıllar sonra Kuran’ın tefsiri ve tercümesini okudukça gerçekten güzel sözler olduğunu anlamıştık. Bizim için geç değildi ama bizden önceki kuşak Kuran’dan hiçbirşey anlamadan ömürlerini tamamladılar.

Bana göre o devirde Kuran’ın manasını bilen çevremideki tek insan babamdı. Arapça bilir, anlayarak okur; bilgisini satmaktan hoşlanmayan bir insan olduğundan kendisine soru soran insanlara açıklama yaparken; Kuran’ın insanlara doğruluğu, erdemi, harama itibar etmemeyi ve kul hakkı yememeyi öğütlediğini söylerdi.

Ramazanda evin devamlı misafirleri olurdu. Ben doğmadan önce ahırımızdaki hayvanlara yazın köyde bakan (kışın evdeki ahıra getirilirmiş) Soğukçermik Köyü’nden Sıdıka Hanım her Ramazan köyden gelir, bir ay bizde kalır, ev işlerinde anneme yardımederdi. Ramazan bitince köyüne dönerdi. Yine ben doğmadan önce her Ramazan Siirt’den “Siirtli Hoca” gelir; bir ay bizim evde kalır, hem bizde hem başka evlerde Kuran okur, Ramazan sonunda gidermiş.

Kadınlar 3-4 evde hatim dinlediklerinden zaman çabuk geçer; bu arada bol bol yemek konuşulurdu. İkindi vakti herkes evine koşar, iftara yemek yetiştirmenin telaşına düşerlerdi.

İftar sofrası hazırlanıp, topun atılmasını beklerken amcamın kızı Leyla ile testilerimizi alır, çeşmeye giderdik. Aynı evde onlar üst katta, biz alt katta otururduk. O zamanlar buzdolabı yoktu. Evde musluktan akan su da yoktu. Testilerimizi “Gümüşmasat Çeşmesi”nden doldurur, nefes nefese iftara buz gibi su yetiştirirdik. Büyük bir iş başarmanın hazzıyla sofraya otururduk.

Ramazanın 15’inden sonra iftar davetleri başlardı. Komşu akraba, herkes birbirini yemeğe davet ederdi. Ramazanın sonuna doğru, bir aydan beri ihmal edilen ev temizlenir, çamaşır yıkanır, bayram yemekleri hazırlanırdı. Arefe günü de hamama gidilirdi. Hamamın çok kalabalık olduğu bilindiğinden bazen de bizim evdeki minyatür hamam yakılır; isteyen akraba ve komşular gelip yıkanırlardı.

Yaşadığım şehirde bir eşini görmediğim için bizim ev hamamından biraz bahsetmek istiyorum. Eski evlerin hemen hepsinde odaların içinde bulunan bir dolapda gazocağı üzerinde su dolu bir kazan devamlı bulunurdu. Ayda bir hamama gidilir, ara banyolar burada yapılırdı. Bizim evde, tabanı taş döşeli, odunla ısınan bir soba üzerinde kocaman bakır kazanı olan, gerçek hamamlar gibi kubbesi ve kubbede penceresi olan hamamımız vardı. Eve şehir suyu gelmeden önce sucumuz Bayram Ağa çeşmeden kovalarla taşıdığı suyla bu kazanı doldururdu. Kazanın altındaki soba yakılır, su ısınınca banyo yapardık. Yıkandığımız su hamamın döşemesindeki bir delikten gider, bahçeye çıkardı. Atalarımızın gayet bilinçli ve ileri görüşlü olduğunu düşünüyorum. Zira yaşadığımız ev ve dolayısıyla hamamın 100 yıllık olduğunu söylerlerdi.

Modern yaşamın koşuşturması içinde “O Eski Ramazanları “ yaşamak artık mümkün değil. İnsanlar oruçlarını ya iş yerlerinde ya yolda araçların içinde bozuyorlar. Her devrin kendine göre güzellikleri var. Zaten geriye dönüş mümkün değil. Ama bizim yaşımızdaki insanların “O Eski Ramazanları “ özlemle anmalarının bir sakıncası var mı?

Cuma, Mart 24, 2006

Özlem




Evlerimiz aynı cadde üzerindeydi. Hep karşılaşırdık. Birbirimize gidip gelmez ama ayak üstü konuşurduk. Üç kişilik bir aile idiler. Babanın iyi bir görevi vardı. Anne öğretmendi. El bebek, gül bebek üzerine titredikleri tek çocukları olan kızları da doğal olarak öğrenciydi. Ortaokulda okuyordu.

Mutlu bir aile görünümündeydiler. Son günlerde annenin sağlığının bozulduğunu; o şehirdeki doktorlarla yetinmeyip Ankara'ya tedavi için gittiğini duyduk. Ailenin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Bütün tedavi yöntemleri denendi ama nafile. Anne gözünün bebeği tek evladını ve çok sevgili kocasını bırakarak genç yaşta uçup gitti.

Baba içine kapandı. Özlem hayata küstü. Yakın bir ilçede oturan yaşlı babaanne ve hala evlerini kapatıp onların yanına geldiler. Aylarca teselli etmek için uğraştılar. Geçim kaynakları olan arazi ve bağ-bahçe ile ilgilenmek zorunda olduklarından mecburen evlerine döndüler.

Evde baba-kız, bir de emektar yardımcıları bir başlarına kaldılar. Zamanla acılarını yüreklerine gömüp, hayatın akışına bıraktılar kendilerini. Yakınları ve dostları bu şekilde yaşayamayacaklarını, bu eve bir kadın gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Baba, önceleri şiddetle karşı çıktı bu fikre. Özlem'in yanında bu konu açıldığında hemen odasına kapanıyor ve günlerce kimseyle konuşmuyordu.

Büyüyüp olgunlaştıkça, babasının evlenme işine biraz daha sıcak bakmaya başladı. Kendisi önemli değildi ama babasının bir arkadaşa ihtiyacı vardı. Bir akşam aniden babasına "Neden evlenmiyorsun? Ben evlenmeni istiyorum." dedi. Babası şaşırdı. Başka çare de yoktu. Dostlarının aracılığı ile bir öğretmen bayan buldular. Melek Öğretmen ailesinin en büyük çocuğuydu. Üç kardeşi daha vardı. Babası işçi emeklisiydi. Kardeşlerini okutmak, aile bütçesine katkıda bulunmak için evlenmemişti. Güzel bir kızdı. Çok da becerikliydi. Ev işlerinde, el becerilerinde üstüne yoktu. Sevecen, insan ilişkileri çok iyi, yardımsever biriydi. Çevresinde onu sevmeyen kimse yoktu.

Sade bir nikah töreni ile evlendiler. Babasına evlenmesi için ısrar eden Özlem eve "üvey anne" gelince, bu işin pe de kolay olmadığını anladı. Annesinin yatağında bir yabancı kadın yatıyordu. Hatta annesinin her zaman oturduğu koltukta yine bu kadın oturuyordu. Yaptığı yemekler çok güzeldi ama annesinin yemekleri daha güzeldi. Babası mutlu görünüyordu. Ama kendisi mutlu değildi. Yine içine kapandı. Okul dışında odasından çıkmaz oldu. Melek Abla'nın işi zordu. Kendisini nasıl kabul ettirecekti? Her yolu denemeye başladı. Özlem ile arkadaş olabilmenin yollarını arıyordu. Arkadaşlarını eve çağırmasını istiyor; onlara pastalar, börekler yapıyordu. Süpriz bir doğum günü hazırlayarak onu şaşırtmıştı.

Giderek onun dünyasına girmeyi başardı. Özlem okuldan gelince coşkuyla okulda olan olayları Melek Ablasına anlatmaya başladı. Kıyafet almaya beraber gitmelerini istiyordu. Galiba başarmıştı. Annesinden, onun nasıl özlediğinden bahseder olmuştu. Hatta bayramda beraberce annesinin mezarını ziyarete gittiler.

Artık yaşam hepsi için güzelleşiyor derken, bu defa da Melek Abla'nın sağlık sorunları başladı. Yine doktorlar, tedavilerle uğraşıyorlardı. Aynı filmi yeniden seyrediyorlardı. İşin tuhafı Melek Abla'nın hastalığı Özlem'in annesinin hastalığının aynısıydı.

Ameliyat sonrası Melek Abla nekahat dönemini annesinin evinde geçirmek istedi. Zira Özlem lise son sınıftaydı. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Onun moralini daha fazla bozmamak için annesinde kalmayı tercih etmişti. Kocası ve kızı hergün ziyaretine geliyorlardı. Özlemin ideali doktor olmaktı. Melek Ablası "Kazanacağına yürekten inanıyorum, kafana hiçbir şey takma, çalışmaya devam et. "diyordu.

Özlem Tıp Fakültesini kazandı. Ama Melek Ablası artık yoktu. O da annesi gibi cennete gitmişti. Üniversiteyi kazandığına sevinemedi bile. Kötü kaderine lanet ediyordu. "Zaman en iyi ilaçtır" derler. Zaman bu acıyı da küllendirdi. Yeni okul, yeni arkadaşlar Özlem'e ilaç gibi geldi. Fakat babası toparlanamıyordu. İyice çökmüş, yine içine kapanmıştı. Onu neşelendirmeye çalışan kızının çabaları boşunaydı.

Özlem bir gece babasının sesine uyandı. Elini kalbine bastırmış, ter-kan içinde, nefes alamadığını anlatmaya çalışıyordu. Özlem de yardımcı kadın da şaşırmışlardı. Tıp Fakültesinde okuyordu ama böyle bir hastaya nasıl müdahale edileceğini henüz bilmiyordu. Komşunun yardımı ile ambulans çağırıp hastahaneye yetirdirdiler. Ama iş işten geçmişti.

Özlem, canından bir parçayı daha kaybetmişti. Bu kadar kötü rastlantının bu genç yaşta kendisini bulması inanılır gibi değildi. Yaşlı babaanne ve hala yine yanındaydılar. Ama bu sefer ki farklıydı. Çünkü onlar da canlarından bir parça kaybetmişlerdi. Acıları bu yaşta kaldıramayacakları kadar ağırdı. Epey bir süre kalıp evlerine döndüler.

Özlem vefakar yardımcısıyla bir başına kaldı. Maddi sorunu yoktu. Hayat devam ediyordu. Yapayalnız da olsa bu yükü taşımak zorundaydı. Zaten yaşadıkları kendisini olgunlaştırmıştı. Daha 20 yaşında bile değildi. Ama çok ağır sınavlardan geçmişti

Zaman su gibi akıp geçti. Acılar küllendi. Özlem Tıp Fakültesini bitirdi. Doktor oldu. Sevdiği üç kişiye veremediği şifayı hastalarına verebilmek için inatla çalışmaya başladı. Evlendi. Kocası ve iki çocuğuyla mutlu oldu. Arkasına bakmadan önünde ki mutluluğa doludizgin koşarak yaşam savaşını kazandı.

Pazar, Mart 19, 2006

Müştak Efendinin Kızları

Evimizin tam karşısında iki terzi aile bitişik otururlardı. Terzi Ali Sırrı Bey’lerle bir aile gibi çok samimiydik. Müştak Efendi’lerle ise mesafeli bir komşuluğumuz vardı.

Müştak Efendi’nin ikisi ilk, ikisi ikinci karısından dört çocuğu vardı. Büyük kızları varlıklı insanlarla evlenmişler, başka şehirlerde yaşıyorlardı.

Gençliğinde iyi bir terzi olan bu adamın o zamanlar müşterisi çokmuş. Ama yaşlanınca artık pek dikiş diktiren yoktu. Çocukluk hatta genç kızlığımda bile ayakkabı gibi elbise de ısmarlama dikilirdi. Bayan mahalle terzileri kadınlara , erkek terziler de beylere dikiş dikerlerdi.

Müştak Efendi’nin küçük kızı Gönül benim okul arkadaşımdı. Okula beraber giderdik. İlkokul 4. sınıfa kadar okudu, sonra okuldan aldılar. Beyaz tenli, kırmızı yanaklı güzel bir kızdı.

Ablası Mediha, harçlığını çıkarmak için çeyizlik iğne oyası örtüleri yapardı. Pencerenin önünde hep aynı yerde oturur, arada sokaktan gelip geçenlere bakarak oyalarını işlerdi. Ev gezmelerine fazla gitmezlerdi.

Mediha; çok zayıf, kara kuru ve içine dönük bir kızdı. O devre göre yaşı da epey olmuş evlenememişti.

Gönül, bizim çok yakından tanıdığımız, soylu bir ailenin ticaretle uğraşan oğluyla evlenip İstanbul’a gitti. Kocasının ailesiyle oturuyordu ve herşey yolunda gidiyordu. Çocukları olmuyordu. Sağlığı bozulan Gönül bir ameliyat geçirmiş, arkasından da genç yaşta ölmüştü.

Nihayet Mediha’ya da bir kısmet çıkmış; O da yuvasını kurmuştu. Annesi yalnız yaşamaya başlamıştı. Zira babası çok uzun yıllar önce ölmüştü.

Yaşına rağmen hemen hamile kaldı. Doğumuna çok az vardı. Kocası bir iş kazasında öldü.

Mediha karnında bebeğiyle annesinin evihe döndü. Bebeğinin dünyaya getirdi. Güzel bir kızı olmuştu.

Sokağa bakan penceresinin önünde oturup lanetlenmiş kaderini oyalara dökmeye yeniden başladı.

Annesi yaşlandı. Kızı büyüdü, serpildi. Sorumsuz, asi, söz dinlemeyen bir kız oldu. Mediha, babasız çocuk yetiştirmenin zorluklarını yaşıyordu. Maddi-manevi problemlere dayanmaya çalışıyordu.

Günün birinde kızı daha rüştünü ispat etmeden bir serseriye kaçtı.

Türk Filmi der güleriz ama bazen yaşananlar Türk Filmlerini de aratmıyor

Sonunda zorluklara daha fazla dayanamayan Mediha’nın sağlığı bozuldu. Yoksulluk tedavisini geciktirdi. Ablaları yardım ettiğinde iş işten geçmişti.

Bu dünyaya çile çekmek için gelmişti. Çilesi bitince de uçup gitti.
İyice yaşlanan anne, iki evladına kavuşmak için birkaç sene daha bekledi. Komşularının desteği ile (yaşamadı da) hayatını devam ettirdi. Sonunda büyük bir mutlulukla kızlarına kavuştu.

Cumartesi, Mart 11, 2006

Deli Memet


Eskiden her şehirde birkaç deli bulunurdu. Zihniye, Pembe, Eşo gibi deliler de bizim şehrin delileriydi. Mahallemizde ise Deli Memet vardı. Ona deli demek ne kadar doğruydu bilmiyorum ama, o isim konmuştu bir kere. Evi bizim eve yakındı. Harap, büyük bir evde yalnız yaşardı. Akşama kadar mahallenin çeşmesinden evine kovalarla su taşırdı. Hatta taşıdığı bu suları odaya doldurup orada yüzmeye çalıştığını da söylerlerdi.
Deli Memet halamın kocasının akrabasıydı. Halamın kocası çoktan ölmüş olduğundan Deli Memet ile halamın oğlu ilgilenir; onun her türlü ihtiyacını karşılardı. Deli Memet, buruşuk ve kirli de olsa daima takım elbiseli ve kravatlıydı. Babamla sokakta karşılaştıklarında görmüş-geçirmiş insanlara has bir nezaketle "merhaba efendim" diye selam verirdi.

Kendisine taş atıp "Deli Memet" diye kızdırmaya çalışan çocuklara hiç tepki vermez, sadece küçümseyerek bakardı. Deli Lakabını almadan önce Mehmet Bey, başarılı bir öğrenci olarak Almanya'ya elektrik mühendisi olmak için gitmişti. Babam hiç bahsetmezdi ama hısımlıktan ve komşuluktan öte arkadaştılar onlar. Zira Almanya'dan babama gönderdiği kartpostalları babam saklardı. (Hala saklıyoruz)

Almanya'da savaş çıkınca memleketine dönmek zorunda kalmıştı. Döndüğünde hasta mıydı, sonradan mı hastalandı bilmiyorum. Orada bir Alman kızına sevdalandığını ve "kara sevda" 'ya tutulduğunu söylerlerdi. Aslında hastalığı şizofrendi. (erken bunamaydı)

Biz o mahalleden taşınalı yıllar olmuştu. Bir hasta ziyareti için hastahaneye ağabeyimle gitmiştik. Koğuşlarda hastamızı ararken "Deli Memet" ile karşılaştık. Onun bizi tanımasına imkan yoktu. Ağabeyim hangi amaçla bilmiyorum, kendisine Fransızca "nasılsınız?" dedi. Ağabeyimin yüzüne birkaç saniye baktıktan sonra "ben onları çoktan unuttum " dedi. Demek ki Fransızca da biliyordu.

Çok kısa bir süre sonra Mehmet Bey sırlarıyla ve kara sevdasıyla bu dünyadan göçüp gitti.

Çarşamba, Mart 08, 2006

Dünya Kadınlar Günü

DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.

Pazar, Mart 05, 2006

Gülizar Abla ve Kurbağa

Gülizar Abla çocukluk anılarım içinde büyük yer tutar.

Aslında kendisine nine veya büyükanne demek daha doğruydu, zira anneannemle yaşıttı. İlkokul öğretmeni olan babamın okulunda hademe olması, okulun başöğretmeni (müdür) dahil herkesin ona yaşından dolayı "abla", diye hitap etmesi yüzünden o bizlerin de Gülizar Ablası'ydı.

Benim hatırladığım dönemlerde emekli olmuştu. Tek evladı Halis Ağabey'le yaşardı. Kocası çok genç yaşta ölmüş, kimi kimsesi olmadığından, o zamanlar kadınların resmi kurumlarda çalışması adet olmadığı halde birilerinin yardımı ile kendisine bir ekmek kapısı bulmuştu.

Bizim evin bir ferdi gibiydi. Geldiğinde evine bırakmaz, günlerce bizde kalmasını sağlardık. Zaten "bu ev benim baba evim" derdi.

Örtüsünün altından görünen bembeyaz saçları, yaşamda çektiği zorlukları gösteren yüz çizgileri ile ne kadar sevimliydi?

Onu bu kadar sevmemizin nedenlerinden biri de her istediğimizi yerine getirmesiydi. Kışın, soba yanan odada körebe oynayalım diye tutturur; onu ebe yapıp gözlerini bağlar, odanın içinde çığlıklar atarak kaçışırdık. Bu oyun sırasında elbette babam evde olmazdı. Annemin itirazlarına ise o engel olurdu. O yaştaki bir insan için ne büyük bir sabır ve özveriydi.

Oğlunu, ilkokuldan sonra dedemin kunduracı (ayakkabıcı) dükkanına çalışmak, sanat öğrenmek üzere yerleştirmişlerdi.

Dedem çalışmazdı. Ben kendimi bildim bileli cami-kahvehane-ev üçgeninde dolaşır; eve geldiğinde hep anneannemi azarlardı. Tam bir mirasyediydi. Ev kiraları, araziden gelen gelirle iyi yaşardı. Hangi amaç için bilmiyorum, bu kunduracı dükkanını açmış; Ermeniyken Müslüman olmuş Yakup Usta'ya dükkanı teslim etmişti.

O zamanlar insanlar ısmarlama ayakkabı giyerlerdi. Bizim çevremizde hazır ayakkabı giyen pek yoktu.

Halis Ağabey ve dedemin yeğeni Cahit Dayı da Yakup Usta'nın çıraklarıydılar. Dedem patron olarak arada bir dükkana uğrardı. Zaten amacı para kazanmak değildi. Patron olmanın zevkini çıkarıyordu herhalde!

Yaz aylarında bazen, şehrin öbür ucunda oturan Gülizar Abla'ya misafirliğe giderdik. Evi bir oda, bir sofadan ibaretti. Sofa aynı zamanda mutfak olarak kullanılıyordu.

Sofada yere serili kilim ve onun üzerindeki minderlerde oturur, annemin getirdiklerine Gülizar Abla'nın yaptığı ufak tefek ilavelerle karnımızı doyurur, sonra da semaver, bardak vs. alıp yakında ki Çaykara'ya giderdik. Burası piknik yeriydi. Gezmeyi ve doğayı çok seven annem için bulunmaz bir fırsattı. Çayımızı içer, vakitlice evimize dönerdik.

Hikayeye başlık olan asıl olay Gülizar Abla'nın kurbağa korkusu ile ilgilidir.

Erzurum'da yazın birçok aile (sıcaktan değil) değişiklik olsun, temiz hava alınsın ve kaplıcalardan faydalansın diye Ilıca veya Hasankale'de çadır kurup 1-2 ay kalırlardı.

Kare şeklinde büyük bir çadırımız, bir de tek direkli mutfak çadırımız vardı. Ben, annem, babam büyük çadırda yatardık. Kurbağadan korktuğum için tahta kasalardan bana yüksek yatak yapılırdı. Diğer çadırda gündüz yemek pişirilir, akşam da ailenin diğer fertleri ve gelen misafirler kalırdı.

O dönemdeki bütün yaşlı kadınlar gibi Gülizar Abla da çok sigara içerdi. Muş'tan gelen seyyar satıcılardan alınan tütün, nemli kalsın diye küplerde saklanır, günlük içim için tabaka denen kutuya konurdu. İnce sigara kağıdı da tabakanın diğer kapağında dururdu. İçileceği zaman kağıda tütün konur, sarılır, dil ile ıslatılarak yapıştırılır ve sonra da içilirdi.

Ilıca'ya bize misafir olarak gelen Gülizar Abla'nın en büyük keyfi Pulur Çayı kenarında bir ağaca yaslanıp sigarasını tüttürmekti.
Sabahleyin annem kahvaltı hazırlarken ağaca yaslanıp oturan ve tabakasını sigara sarmak üzere açan Gülizar Abla, hışımla yerinden fırladı, tabakayı dereye fırlatarak, kaçmaya başladı. Biz ne olduğunu anlamamıştık. Meğer muzipliği çok seven ağabeyim, akşam Gülizar Abla yatınca tabakasını almış, yakaladığı kurbağayı tabakanın içine yerleştirip kadıncağızın cebine koymuştu. Mesele anlaşılınca ağabeyim zılgıtı yedi. Dayak yemesine az kalmıştı ama yine Gülizar Abla onu kurtardı.

Ayakkabı işini bırakıp fotoğrafçı dükkanı açan oğlunu Gülizar Abla evlendirdi. Üç tane kız torunu oldu. Tam rahat edeceği dönemde ömrü vefa etmedi. Ruhu şad olsun. Ben o zamanki vefayı ve dostlukları hala özlüyorum.

Merhaba


Eski zamanlarda Erzurum’da tanıdığım, bana ilginç gelen veya yaşamımda iz bırakan kişilerin gerçek yaşam öykülerinden kesitleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Umarım sizin de ilginizi çeker.